9 Haziran 2009 Salı

Uzakta da olsa yaşatılan adetler

Her yörenin kendine has adetleri ve devam ettirdikleri bazı gelenekleri vardır. Mesela düğünler 4 gün sürer falan. Tabi ben halen yaşadığım il de büyümenin ve senede bir memleketimiz olan il' e gittiğim için pek o kadar ayrıntıcı değilim. O ortamda büyümedim. Ama bazı adetlerimizi halen yaparız. Misal bayram günleri kahvaltı yerine bir sürü yemek hazırlanır. Misafirler çağırılır, kahvaltı yerine yemek yenir direk. 

Geçenlerde bir arkadaşa bu resmi gösterirken böyle bir yazı yazmak istedim. Aranızda hiç giyen varmı bilmiyorum. Bizde böyle adetleri yaşattığımız anlardan bir tanesi de kına gecelerimiz. Resimdeki gibi pullu fes, bindallı giyilir. Elbise şeklindedir. Bir çeşit kaftan gibi. Bizim ailede hemen hemen her kızın taktığı bir de altın kemer var. Kocaman bişiy. Bir de o kadar ağır ki. Hani en son götüreceklerinde bende kalsa falan diye fesatlanmadım değil içten içe. 

Ben kına gecemde iki farklı kıyafet giymiştim. Birisinde şeklim buydu. (Yanaklarım falan toıp top çıkmış. Zaten ne zaman sırıtsam hemen toplaşıyorlar...) Kına yakılırken bunu giydim. Sonra tekrar çıkardım. Zaten öyle gece elbisesi tarzında bişiy değildi kına kıyafetimde. Gittim mango ya kendime yandan derin bir yırtmacı olan siyah bir etek ve pullu bir gri bluz aldım. Neyse reklam gibi oldu buda ama en azından hem modern, hemde adetlerimizi yaşatmak adına ucundan bucağından bişiyler yapmış olduk. Ve benim içinde hoş bir anı kaldı. (resmi fazla tutmayacağım sanıırm bu akşam silerim, göremeyenler için özür dilerim şimdiden)

Varmı sizin halen başka şehirlerde yaşasanızda gerçekleştirdiğiniz adetleriniz?

8 Haziran 2009 Pazartesi

Yorumlar


Sizi bilmiyorum ama ben bazılarınıza yorum yazmayı çok seviyorum. Onları okurken düşündürdüklerini geçtim. Yorum yazarkende diğer yandan beni farklı uçlara götürmeleri, kendimi tartmamı, bazen şöyle bir silkelenmemi sağlamaları çok hoşuma gidiyor. Zaten nerede sorgulama yazısı var bayılıyorum okumaya veya insan davranışları ile ilgili olayları anlatan yazılara, hikayelere...

Bu insanların çoğunlukla bana hissettirdikleri ilk duygu huzur ve bir çeşit güven. İsimleri bile o an çok güzel şeyler hissettiriyor. Evet yalnız değilsin falan gibi düşünüyorum. Beenmaya, Sufi, Joa, Aydan atlayan kedi... ilk aklıma gelen isimler. Hani belki eş zamanlı okumuyorum hepsini veya aynı gün. Ama okuduğum zaman da öyle bir denk geliyor ki; ya bu kadar olur diyorum. Nasıl da hissetmiş. Evet benimde tam anlamıyla anlatmak istediğim / görmek istediğim / göremediğim vs vs. bu diyorum. Kendi kendime hem şaşırıp, hem söyleniyorum ve başlıyorum yazmaya.

 “Kendim gibi görüyorum, empati yapıyorum. Bana yapılmasını istemediğim davranışları onlara yapmıyorum. Beni en acıtan şey umursamazlıktır diyorum sonunda karşıdan hep bunu görüyorum. İnciniyorum, ben bu kadar açıkken, netken neden onlar kapalı diyorum. Hata arıyorum, onlara şans tanıyorum. ama yok yani.

çözümsüzüm hele ki artık insanlara mazeret bulmaktan yoruldum. Bu kadar zor mu ya? 

Ya ben... Bir yola girdiysen kendine yol açana kadar yılma diyorum. Sürekli deniyorum. Sonucun boş olduğunu içten bilsem de, denemedim dememek için devam ediyorum. O yolu bırakıp gitmek bana göre bir vazgeçiş geliyor. Yenilgi gibi.

O yoldan bir kere döndüm. Şimdi daha mutluyum, huzurluyum daha çok yoruluyorum daha çok öğreniyorum. Ama öğrendikçe acıtan şeylerin olduğu suratıma çarpıyor. inciniyorum, hak etmediğimi düşünüyorum. Çünkü kendi kalbimi düşüncelerimi biliyorum. 

Neyse bugünlerde beynimde kocaman böcekler var, iki türlü konuşan... mantık mı yoksa duygusal tonda mı karar vereceğimi bilemiyorum. Pişmanlık yaşamamak için.”

 Aydan atlayan kedinin ÖFKE isimli yazısına yazdığım yorum…

 veya

 "Hep erken yaşta ölmeyi istedim. Benim için yaşlılık demek ihmal demektir. hani suratım kırışır saçım beyazlar endişesi de değil. Sevdiklerimin hayatında artık eskisi kadar önemli olmadığımı hissetmektir beni korkutan...

ve ölüm. Korkmuyorum. Geride bırakacağım tek güzel eserimi mucizemi bırakıyorum. ve biliyorum ki emin ellerde. ben olmasam da hayatını devam ettirebilir. 

Kimseye borcum yok, söylenecek sözlerim yok, herkesin suratına karşı ilettim sözcüklerimi. Yaşamak istediklerimin çok cüzi bir miktarı erteledim. Ölümden korkmamı gerektirecek bişiy yok.

(bu arada sana yaptığım yorumlar o kadar hoşuma gidiyor ki. Kendimle yüzleşmemi sağlıyor. teşekkür ederim. içime dokunduğun için.)"

Yine Kedinin Akşam Yine Akşam yazısına yazdığım bir yorum…

* Şimdi Öfke yazısının yorumunu Nisan ayında yapmışım. Tekrar okuyunca aklıma gelen ilginç bir cümle oldu. Okudunuzmu bilmiyorum. Kitabın adı Şeytanın Fısıldadıkları. Enfes cümleleri vardır Emre Yılmaz' ın. Cümleyi şimdi çok net hatırlamıyorum ama şuna benziyordu: 

"Sana yapılmasını istemediklerini başkalarına yapma" bu can sıkıntılı hımhımların ahlak davranışıdır. "Sana yapılmasını istediklerini sende başkalarına yap." :)))


Sanırım benim yapmam gereken asıl bu...! Bazen biraz da Ben' i ön plana çıkartmak. İyi haftalar diliyorum sizlere. 


Resim alıntı :)))

6 Haziran 2009 Cumartesi

Dans günlükleri


- Bu aralar bir çok şeyi üstüste yapma becerisini geliştirdim iyice. Aynı günde bir çok alanda faaliyet gösteriyor gibiyim. Geçtiğimiz haftalarda dans kursuna başladım. Zaten salsayı biliyordum biraz. Hoca da seni bir önceki kursa yetiştiririz deyince, haftada bir gün birebir dans ede ede. günde 9 figür falan göre göre bir öncekine yetiştim. Yoksa baya bekleyecektim.

Hani salsa biliyorum dedim ya. Palavraymış. Ben bir bok bilmiyormuşum efendim. Hele bir ki üç beş deyip yediye kadar adım saymak falan ooo. Ya ben eşimle veya arkadaşlarla dans ederken böyle birbirimize pek bir alışmışız sanırım. Oradaki haraketleri şimdi, şimdiki hareketleri de o zaman yapmıyordum. Bu kadar çok ıvır zıvır ayrıntıyı, hareketi bilmiyordum. Ama hoca beni sevdi, 6, derste onların 16, dersine yetiştim.

Nasıl kontrollüymüşüm ama anladım. Kendimi karşımdakine bırakırsam iyi olacak ama olmuyor işte. :) Arada kendi kafama göre dönüveriyorum. :)))) Şimdi swinge başladık. Adamın beni döndürmesi gerekiyor ya. Nerdeee ben hız alıp kendim dönmeye kalkıyorum. Öyle olunca 1,5 tur atıyorum kalıyorum. 


- Birde bachata yapıyoruz. Hoca hep bana bunu yaptırmak istiyor. Örnek falan yapılacaksa gel kızım hesabı hep benimle gösteriyor, yeni şeyleri deniyor falan. Müziği çok güzel yakalıyormuşum, ritmim buna çok uyuyormuş iyi mi. Oysaki ben hiç sevmemiştim bu dansı. Yapış yapış oluyorsun karşındaki ile bazen. Adamı iki elinle okşar gibi hareketler falan var arada. Hele facebookta bir video vardı, anam anam demiştim. Bu dansın sevdiğim tek yönü; ayak atmaları, karşıdakinin dizinin arkasına. Birde ayağını dizine takıp eğiliyorsun ya arkaya... bitiyorum o an. Saçlar geride sallanıyor enfes bir görüntü çıkıyor ortaya. (Ama bir daha yazlık bir elbisemle gitmeyeceğim. Dönerken saldım çayıra bir görüntü çıkıyor. Hele salsa da......)

2 ay sonra tangoya başlayacağız kısmetse. Nasıl hevesle bekliyorum anlatamam. 

- Birde o kıytırık dans ayakkabısına o kadar para vermeye gönlüm el vermiyordu. Ben ona 2 ayakkabı alırım üstelik her yerde de giyerim falan diyorsun görünce. Ya topuğu arkaya sallanıyormuş gibi bir hissi var. Ama kırmızısı öyle güzel ki... Gönlüm el vermiyordu ya, sıka sıka verdi! :) 

- Reiki kursuna katıldım. Nasıl olduğuna ilişkin bir başka yazıda açıklayacağım bunu. İlginç bir deneyimdi.

- Arabanın lastiğine çivi girmiş. Nasıl korkuttular ama iş yerinde beni. Lan tam eve gidicem. Acilde bir poliçelerle ilgili uğramam gereken yer var. Eyvah dedim şimdi serviste uzun sürer, mesai bitti diye korktum. Allahtan patlasa da gidebilenlerdenmiş, yani öldüm öldüm dirildim. Daha ablamın haberi yok valla. :)))

- Yine aynı gün sabah tam parkedecekken az daha genel müdürü eziyordum. :))))))) nasıl dalga geçti benimle sen usta şöför olmuşsun diye diye. Sende yolun ortasında yürüme diyecektim de demedim. Köşeden her zaman genel müdür mü çıkıyor. 

Bu arada 2 aydır biniyorum arabaya. Zerre korku kalmadı içimde. Hatta küfür bile etmişim geçenlerde. Kornalaşarak nalaşıyoruz bazıları ile de. Sağolsunlar hemen anlıyorlar ne demek istediğimi. 

Resim alıntı

4 Haziran 2009 Perşembe

Konuşan Kelimeler İşiten Yürekler








La Paragas'ın harika hizmeti; ‘Hayırlı Bir İş’ ile başlayan sesli blog yazıları fikri, görme engellilerin de blog dünyasının bir parçası olmasını amaçlıyor…

‘Tüm engelleri aşan bir tam olmalıydık’ ortak fikrinde birleşen bloggerlar;
Buraneros, Uzağa Giden Kadın, Bugünü Yaşama Arzusu, Kırmızı Günlük ve Evrenin Dünyası; fikre logo desteğini esirgemeyen Pinonun Yeri, teknik destek konusunda araştırmacı Erkan Bal ve fikri duyar duymaz sahiplenip, sitelerinde duyuran Kara Kalem, Ateş Böceği, Persona Non Grata, tutsak, delfina, Hayat İzlerim ve Gereksiz Yazar'la giderek çoğalıyor olmanın heyecanı ile bugün sizlere de soruyoruz:

Sizce de harika değil mi?
Ben fikri sevdim diyorsanız…

Fikir sahibinin izni var kulaktan kulağa yayılması konusunda...

Kendi sesinizden ya da sevdiklerinizin sesinden yazılarınızı bloglarınıza ekledikten sonra ‘konuşan kelimeler’ etiketi ile etiketlemeniz, yarınlarda oluşabilecek bir ortak blog platformunda buluşmamızı kolaylaştıracaktır diye düşlüyoruz….


Peki benim blogumda sesli kayıt olduğu nereden bilinecek diyorsanız, logoyu kullanmaya ne dersiniz?
Kararsız kaldım ne olur ki bunun sonu diyenlere, beyaz yavru tavşanın niyet kâğıdını okumaları tavsiye edilir...


Konuşan Kelimeler İşiten Yürekler


Kulaktan kulağa oyununun gönüllü bir oyuncusuyum ben

Benim yüreğimden gelen senin yüreğinden duyulduğu gün

Gönülün gördüğünde buluşup

Bir fincan kahvenin 40 yıl hatırında paylaşıyor olacağız hayatı…



Konuşan kelimelerin işiten yüreklerini çoğaltmak için

Biraz daha beklemek mi yoksa bugün hemen seslenmek mi?


________________________________________________






Fiziki yardımda bulunabilirsiniz
--------------------------------------------------------------
İzmir Görme Engelliler Kutaplığı'na ait 0 232 483 30 23 numaralı telefonla yardıkmlar için gerekli tüm bilgiler alınabilir. Yine Kitaplık'a ait www.izgok.org adresinden istenilen bilgiye ulaşılabilir.

-Ses stüdyolarında kitap okuyarak, CD’lere kayıt yapabilirler. Gönüllüler, isterlerse kendileri de kitap getirebilirler.

-Bu sıralar özellikle klasik romanlara ihtiyaç var.

-Kayıt yapacak gönüllü kişinin diksiyon ve ses tonu düzgün olmalı, akışkan okumalı.

-Çocuk dergisi Balarısı’na yazı yazabilirler. Latin alfabesiyle yazdıkları yazıyı zaten bilgisayarotomatik olarak Breyl alfabesine çeviriyor.

-Kitaplardaki yazım hatalarını düzeltebilirler.

-Sekreterlik yapabilirler.

-Bilgisayar, yabancı dil gibi dersler verebilirler. Şu sıralar özellikle matematik öğretmenine ihtiyaçvar.

-Kütüphane bir apartman dairesinde. Geniş bir yede taşınmaları için maddi destekte bulunulabilir.

-Kabartma basabilecek matbaa makinesine ihtiyaç var. Kütüphanede printer kullanılıyor. Matbaamakinesiyle binlerce kitap basabilirken, printer ile 100 kitap basınca printer bozuluyor.

-Kayıt yapmak için boş CD’lere ihtiyaç var

-Daha fazla eleman çalıştırmak için sponsorlara ihtiyaç var





İstanbul Beyazıt Devlet Kütüphanesi Görme Engelliler Bölümü


Görme engellilerin talep ettikleri kitaplar okunabilir.

Gönüllü, okunacak kitapları kendi de getirebilir, ama kütüphanede yeterli kitap var.

Gönüllü okuyuculara ihtiyaç var. Kayıt yapmadan önce bir deneme kaydı yapılıyor. Diksiyona ve tonlamalara dikkat ediliyor. Profesyonel aranmıyor.

Boş CD ve kasetlere ihtiyaç var. Devlet CD masraflarını karşılamıyor. Kütüphane tamamen gönüllülere bağlı.


Ankara Altınokta Körler Derneği Görme Engelliler Kütüphanesi


Gönüllü okuyuculara ihtiyaç var.

Kütüphanedeki kitaplar okunuyor, gönüllü kendi de kitap getirebilir.

Her türlü kitap bağışlanabilir (ders kitapları, romanlar, dini kitaplar vs.)

Bilgisayar, teyp, CD player gibi ihtiyaçlar da var.


Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi Görme Engelliler Teknoloji Merkezi

Gönüllü okuyuculara ihtiyaç var.

Özellikle Can Yayınları, İletişim Yayınları ve Medis Yayınları’nın güncel kitaplarına ihtiyaç var.

www.gonulluokuyucu.yahoogroups.com adresinden her türlü bilgi ve ihtiyaca ulaşabilirsiniz.
Bu kütüphanelere destek verebilirsiniz

-İzmir Görme Engelliler Kitaplığı-0232 483 30 23

-İzmir Atatürk Devlet Kütüphanesi-0232 483 38 46

-Ankara Altınokta Körler Derneği Kitaplığı-0312 363 77 45

-İstanbul Beyazıt Devlet Kütüphanesi Görme Engelliler Bölümü-0212 522 31 67

-Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi Görme Engelliler Bölümü-0212 359 54 00


3 Haziran 2009 Çarşamba

Gidiş


Bir gün beni bırakıp gidersen eğer;
arkana bakma git bana yeter... 
Çünkü gözlerim dur der,
Belki de ellerim kalleşçe geri çağırabilir... 
Bende insanım,

ne olur!!!

Belki de ağlayabilirim...

Demişti zamanında birileri..........
Nasıl yalan.......

1 Haziran 2009 Pazartesi

Mektuplar / Adı saklı bir adam


 Adın bende saklı kaldı. Biliyormusun?. Seslenmeye bile korktum çoğu zaman... Kimseye söylemedim, bilmesin istedim, sen bana özeldin... Adını sadece senin gözlerine bakarak, sana fısıldamayı istemiştim. Kendimi sever gibi sevdim seni. Kendime bile söylemek istemedim bu aşktan vazgeçmeni. 


Bitme istedim.


Gitme istedim.


Gittin...

Korktum, gücendim, bende kaçmaya çalıştım senden. Denedim, uzaklaştım. Kaçmak için uğraştıkça, senden vazgeçememenin sancılarını yaşamaya başladım. Söyleyecek sözler bırakmadan ve bakmadan arkana, uzaklaşmayı tercih ettin ya... yediremedim... 
Kendi yüreğindeki yangınların ve hırslarının seni de eriteceğini bilerek gittin. Biliyordum seviyordun. Acıta acıta ve kendini kanata kanata yok olmayı seçtin. Yan istedim, acıların bitmesin, her zaman vicdanınla kala kal istedim işte. 

Kin değildi bu, sadece sana karşı bir öfkeydi. Defalarca rededilişimin acısını çıkarmak istedim. İntikam için değil. Kendi öfkemin bile içine sıkışıp kaldığım oldu. 

Mutluluğumuzu bu kadar ertelediğine inanamamışlıktı bu. Ertelemek dedim de, kimbilir belkide direk bitirdin. Tıpkı benden kaçmak için söylediğin sözlerin gerçekliğine inanmaya çalışarak. 


Bu kadar mutlu olma şansımız varken, biz bu kadar birbirimizi tamamlarken, şimdi ayrı gayrı olmak koyuyordu. 
Hayır! 
hayat adil değildi, sen gitmiştin. 
Ben bitiktim.

Seninle karmançorman olan hayatıma geri dönmeyi denedim. Ama artık hiçbirşey eskisi gibi gelmiyordu. Hep bir yarımlıktı duyumsadığım. "Şimdi o da olsaydı" şeklinde cümleler kurar olmuştum nicedir. Kendi kendime, bize ait bil dil geliştirmiştim, duymanı umut ederek. 

Seni isteyip, hayatıma seni mühürlemiştim.


Gitme demiştim,


Gitmiştin.

Şimdi bende yazacağım dediğim, ama gönderil(e)memiş diğer mektuplarıma bir yenisini daha ekliyordum.


Sancılar... Anne olmak...


Her dişinin sancı eşiği farklı farklı. Kimisi sessiz sedasız sıkarken dişini, kimi çığlık çığlığa haykırıyor. Hiçbir kadın birbirini tutmuyor. Sadece iniltiler ortak. Kadınların özel ve eşsiz varlıklar olduğunu düşünüyorum yine de. Allah bir mucizenin gerçekleşmesinde önemli bir rol üstlenelim diye yaratmış bizleri diyorum. Çevremdeki arkadaşlarımın hepsi sezeryan isterken ben inatla bıçak değmesin bedenime, iz kalmasın, kesilmek istemiyorum, o bir ameliyat şekli diye çırpınıyordum. Allah beni duydu... Duydu ama bu seferde 3 hafta gecikme ile doğum yapabildim. Bekle... bekle... her gün yaşıyor mu diye düşün, tekme attığı, hareket ettiği anları say, kendi yalnızlığınla ağlaş, kimsenin sana sarılmadığına dem vur, ota boka üzül, sorgula. Henüz kendin çocukken kürtaja karşı çıkan inançlarınla ve hep doğrusunu yaptığını düşürken, eşinin yanında olmayışı koyuverir  in-sana... Fedakarlık düzeyleri ne kadar ilginçtir kadında ve erkekte.

Son 3 hafta, her 3 güne bir kalp atışı dinlemeye gidiyordum, kendi başıma. Şimdi ne cesaret diye düşünüyorum... 19 Ekimde olması gereken bebeğim, 12 kasımda doğum günümden bir gün önce doğdu. (En güzel doğum günü hediyem benim, üstelik benim gibi akrepti) Eşim de doğuma ancak yetişti zaten. Gelen doğuruyo, gidiyor, ben bütün bir -öğlen-akşamüzeri-gece-sabah-tekrar öğlen tek başımayım, sancı çekiyorum. Kendimi avutucu cümlelerim; "bak efsa birçok insan senin şuan ki imkanların bile olmadan, ne ilkel şartlarda doğum yapıyor, hem kendin istedin pişman da değilsin bu yönde, üstelik bütün bunlar geçip gitmese onca kadın ikinciyi mi doğururdu. Sonuçta seki tane doğuran var. Sık dişini kızım, senin acı eşiğin de yüksek hemn, yaparsın bıdı bıdı..."  (Biz kadınlar valla eşsiz ve mucize yaratıklarız. Değerimizi bilin :)) Neyse kendimi bir yana bırakıp, daha genelleme yapayım)

Öte yandan bu sancılarını çekerken tek düşündüğümüz bebeğimizin sağ salim doğmasıdır ilk anlarda. Sonra ki anlarda ise işin boyutu biraz değişir. Bu noktada bedeninizin sınırını görürsünüz. Ve sadece istemenin yeterli olup olmadığını... Bedeninize hükmedemenin, kontrolünüzü yavaş yavaş yitirmenin verdiği ezikliğini de yaşayabilirsiniz... Vazgeçme noktasına gelirsiniz son anlarda; kendinizden, bebeğinizden... Bitsin istersiniz, her şey bitsin, öleyim kurtulayım. (ama beni sezeryan yapmasınlar Tanrım lütfen lütfen)

Bir yaşamı dünyaya getirmek için bedeniniz ızdırapla kıvranıyordur. Bir yaşamın doğuşunun, bir başkasına acı verdiğini anlarsınız. Kendinizi telkinler de işe yaramaz çünkü bir zaman sonra. Bulduğunuz bahanelerin hiçbiri size fayda sağlayamaz o an. Kendi kanınızdan bir bebeğin az sonra kucağınızda olması bile bir şey ifade etmeyebilir belki. Siz sadece bitsin istersiniz. Biter daha sonra. Üstelik umduğunuzdan kolay olmuştur o doğum esnası. Oysaki ne çok korkutmuşlardır gözünüzü. Ödünüz sıdar, çocukluk zamanlarınızdan beri. Peki o an siz kötü bir annemisinizdir? Sadece kendi acısının sınırına dayanmış bir canlısınızdır belki sadece. Defalarca bitecek mi diye düşünüp, kendinizi avuttuğunuz saatlerde, geçmeyince ve sürekli arttıkca acınız, ölümü düşlemek çok mu bencilce geldi size? Ama nedir size hep öğretilen; Sen dayanmalısın, o acıyı çekmelisin çünkü bir canlı dünyaya getireceksin. Oooo annesin sen, anneler şöyle yapar, böyle yapar. Yakışıyormu bunları söylemek sana, ne biçim bir anne bu, xxx kişiyi gördünmü hiç ilgilenmiyor.......... 

Bitti dersiniz... Nefes almak nedir bir kez daha anlarsınız... Bebeğinize bakarsınız. (ben ilk ufak bir popo gördüm tepetaklak ayaklarından tutulmuş) Gülümsersiniz, şükredersiniz Allah' a... Sonra belki benim gibi saate bakarsınız ve o baktığınız anı hiç unutmazsınız. Hoşgeldin dünyaya bebeğim dersiniz içinizden. O an bebeğinizin ilk bakımı yapılıyordur... (bebeğim çok temiz bir bebekmiş diye düşünmüştüm ben. Diğer yeni doğan bir başka bebeğe bakarak) 

5 dakika sonra odanızdasınızdır. Bir 5 dak sonra da bebeğinizi kucağınıza verirler. (Onu kucağıma alır almaz ağlamaya başladım sebepsiz. Kıpkırmızı yanakları vardı. "Bebeğimmmm" "Çilek gibi yanakları..." demiştim ilk, sevinmiştim...)  

Her şey unutulur... Allah' ın insanlara verdiği en büyük özelliğin unutmak olduğunu düşünürsünüz.  İyi ki dersiniz doğurmuşum bu bebeği. Çekilen tüm acılara değer bişiydir o an çünkü. Ölmeyi istemek, bir yaşamdan vazgeçmek istediğinize şaşarsınız. O benmiydim dersiniz? Hemen çıkarır atarsınız o size yakıştırıl-a-mayan giysiyi üzerinizden. 

Sonra sıra emzirmeye gelir. Herşey sil baştan yaşanır... Acı tarifsizdir. Bir yaşamı dünyaya getirmek ne denli acı ise, emzirmenin verdiği sızı da öyledir. Bir an önce doysun bitsin istersiniz. Tamam birinin size ihtiyaç duyması, göğsünüze yapışması, bencilce de olsa insani bir haz verir insana. Güzel bir bağdır arada kurulan, ama acı öyle bir şeydir ki... 

Bir küçük yaşam için fedakarlık nerede başlar? Bedeninizde ki acının son bulmasını dilemek, sizi anneliğe layık mı buldurmaz? Anne olmak ne demektir peki... 


* Sevgili Joa' nın aşağıdaki yazdığı metini okurken, düşüncelere dalıp "anne olmak nedir?" sorusuna; cevaben verilmiş bir doğum anısıdır...

"Oğluna bu kadar aşık olan ben, nefret ederdim onu emzirmekten. İnsanların yere göğe sığdıramadığı, anne ile çocuk arasındaki en güçlü bağ dediği emzirme eylemi, benim için işkenceydi. Suçluluk duyar, kendimi zorlardım sevmek için bu işi. Olmadı. Elbette ki ben sevmiyorum diye oğlumu mahrum etmedim anne sütünden. Bilim vardı ortada, sağlık vardı, gerçekler vardı. Ama sanki anlamış gibi benim nefretimi, 3.5 ay sonra bıraktı anne sütünü. Uğraştım didindim, istemedi.Belki de benim kadar o da nefret ediyordu. 

Bu beni kötü anne mi yaptı? Kimilerine göre öyle. Bence değil. İçgüdülerimle savaştım, aklın yolunu seçtim. Ama soranlara da “Artık emmiyor, ben de zaten nefret ediyordum bu işten,” dedim. Gözleri kocaman olurdu insanların şaşkınlıktan. “Ama annesin sen!” Evet, anneyim. Böyle daha mı az anneyim acaba? Eksiliyor mu anneliğim? Nerede başlıyor benim sorumluluğum, nerede bitiyor? "   


Related Posts with Thumbnails

..