geçmişten esintiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
geçmişten esintiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ağustos 2011 Cuma

Sen Gidiyorsun ve Ben Bir Yazı Yazıyorum Sana Dair..


Boynumdaki nefesinle uyanır gibi oluyorum. Göz kapaklarımı yarı açarak, sana bakıp gülümsüyorum.
"Gidiyor musun, vaktin varsa kahvaltı hazırlayayım" diyorum. Sense
"Gerek yok tatlım, uyu sen, öğlen vakit bulursam yemeği birlikte yeriz" diyorsun.
Gülümsüyor dudaklarım hala. Gözlerimi kapatıyorum ve ufak bir vücut eğimi ile, senin yastığına burnumu dayıyorum. Kokunun verdiği huzurla hala yanımdaymışsın gibi geliyor. Arkandan bakmıyorum. Kokun benimle ya, kalkıp uğurlamıyorum...

Sen gidiyorsun... O ana dair hatırladığım tek ses, kapının kapanış sesi oluyor..

Birisi öldüğünde hani sonları düşünür ya insan. Yoo hayır! Ölümün genç yaşlı demeden gelip aldığını değil. Ya da haksızlık olup olmadığını veya ölümün ona yakışıp yakışmadığı da değil. Anlatmak istediğim; o kişi ile en son neler yaptığınız, en son kelimesi? En son ne giymişti mesela? Yapmayı ertelediği bir şeyler var mıydı ve size bundan bahsetmiş miydi? Son yemeği neydi? Ya son düşüncesi ne oldu? Sorular...

Sen gidiyorsun... Ve ben şu an kapıdan asansöre kadar kaç adım attığını bile merak ediyorum. Anımsıyorum da; ilk tanıştığımız zamanlar, koluna girdiğimde yürüyüşümüzü birbirimize uydurmaya çalışırdık. Senin adımların benim bir buçuk adımım gibiydi. Ve ben yarı koşar halde, hala kolumda kolunu hissedebilmek için çabalardım sana uyum sağlamayı. Başarmıştık değil mi?Aynı adımlarla kaldırımlarda yürümeyi...

Sen gidiyorsun... Ben uyanıyorum... Ufak bir "akşama ne pişirsem" sorusuna hemen "sulu köfte" diye ses veriyor içim. En sevdiğin şekilde yapıyorum sulu köfteyi. Az suyla, biraz patates ve köfteleri çok karabiberli... "Öğlen çıkarız belki" dediğin aklıma geliyor. Olsun diyorum içimden, akşama hazır olur en azından tasası kalmaz.

Sen gidiyorsun ve geri dönmüyorsun...
Keşke diyorum. Keşke bir gün öncesinden yapsaydım şu yemeği... Sen ne çok severdin. Peki sen son ne yedin, yoksa bir çay mıydı boğazından geçen? Belki de suydu. Çok severdin zaten su içmeyi.

Sen gidiyorsun ve ben şu an sonları düşünüyorum... Söylemek istediğim her şeyi söylemişim sana. Sevgimi, özlemimi, kızgınlıklarımı, başarılarındaki övgülerimi...

Son telefon konuşmamız ayın 14 ünde oluyor.
Son gömleğin mavi çizgili,
Son kez öptüğüm yer göğsündü bedeninde. Başım göğsündeydi uykuya dalmadan önce.
Son kez seni güldürdüğüm konu neydi sahi? Dur bakayım, topuğumun kırıldığı ve benim elimde ayakkabının teki ile koridorda kalakalışımdaki şaşkınlığım mı? Birde, salondaki koltuğun yerini değiştirirken verdiğim mücadeleye gülmüştün, taklidimi yaparak... Ne güzel gülerdin. Gözlerinle ve yüreğinle gülerdin...
Son kez koklayışın...
Son kez gözlerim yarı açık sana bakışım...
Son kelimen...
Son... son... son...

Bir son nasıl anlatılır? Bir son nedir? Ölüm bir son mudur?
Ya sensizlik? Açıklaması uzun sürer mi? Ve ben yeterince açıklayabilir miyim sensizliği?
Yatağın sağ tarafına hiç yatamayışımı.
O günkü olayları, şaşkınlıklarımı paylaşamayışımı.
Sulu köftenin ve mantının hayatımda asla bir daha pişirilmeyecek listesine girmesi mi sensizlik?

Biliyor musun aşkım, o günden sonra kirli çamaşırları bile kokladığımı biliyorum. Bir banyoda kaç saat geçirilebilir sence? Birileri beni orada bulana dek kıpırdamayışım. Kapıyı çilingirle açtırmak zorunda kalışları ailenin... Annenin suratına baktığımda, senin gidişinden çok bana acıdığını gördüm biliyor musun... İlk defa bana öyle sıcak ve yavrusuymuşum gibi baktı... Bunun için sonları yaşamamız mı gerekiyordu??? Hayır isyan değil içimdeki. Ölüm hakkındaki düşüncelerimi biliyorsun sen. Ama yaşamındaki sonlarla avutuyorum kendimi... Bilmiyorum... Eşyalarını toplamayı ret ediyorum. Kirli sepetindeki çamaşırları yıkamıyordum elimden zorla almasalar. Onlar kirli değildi ki... Onlar sen kokuyordu. Gömleklerini ütülemek bile ne büyük keyifmiş Tanrım...

Sen gidiyorsun... O günden geriye kalanları düşünüyorum... Kalan... Artık kalanlarla yetiniyorum işte. Sancılı saatler, insanların beni tek başıma bırakmama telaşları... Psikologlarda saatler geçirme... Geçire geçire geçirilen saatler...

Sen gidiyorsun... Senden kalanları veriyorlar bana bir poşetin içine konulmuş. Bak bir kalan daha işte... şaka gibi dimi... Değil... Cep telefonun, paçalarından ceplerine dek kesilmiş kan damlarının olduğu krem pantolonun, bozuk paraların, cüzdanın... Son kez elimi poşete atıyorum... Evimizin anahtarları çıkıyor... Biz bir daha asla bir aile olamayışımızın gerçeğini de peşinden sürükleyerek...

Sen gidiyorsun ama düzeliniyor!! Hayata kazandırılıyorsun. Kalanları dolduracak "şey" ler yaratmayı öğreniyorsun. Artık eşyaların yerini değiştirebilecek gücümün olduğunu keşfettim bak. Meğer nazım hep sanaymış. Arabanın muayenesini bile kendim yaptırdım geçtiğimiz günlerde. Misafir geliyor ve artık senin koltuğuna oturduklarında ani bir refleks ile ayağa fırlamıyorum mesela. Arda ile tayfun uğradı geçenlerde iş yerime, Eskileri konuşup gülümsettiler beni. Eskiler... ve yeniler... Seninle ilgili anılarım bile eskimedi sevgilim. Bazen aynı hikayeyi anlatırken buldum yine kendimi. Alıştılar çevremdekilerde sanırım. Birde yeniden gülümsediğimi gördüklerinde, bende seviniyorum. Güçlü kızsın diyorum hep kendime. Uykularım çok düzenli mesela. İlaç kullanmayı ret ettiğim için uzunca bir müddet bununla boğuşsam da, her şey gün geçtikçe yerine oturuyor...

Sen gidiyorsun... Karnımdaki bebeğim de seninle birlikte gidiyor sanki... Doğmamış çocuğumuza üzülüyorum... Güle güle bebeğim diyorum... Babanla birlikte seni varmışçasına seviyoruz...

Sen gidiyorsun... Ben boşluk doldurmaca oyununa bir son vermeyi zamanla yaşama uyumu öğreniyorum. Seni mutlu edebildiğimi düşünüyorum en azından. İçim rahat sevgilim.
Tek bildiğim seni çok özlüyorum...
Seni seviyorum.
Sen gidiyorsun ve ben bir yazı yazıyorum sana dair...


* Herkesi çok özel anlara şahit olacağı bir Ramazan ve bayram geçirmesi dileği ile.. Yeni bir şeyler yazmadığım için birazcık eskilerden yayımlayayım diye düşünen Efsa..

Görsel

5 Ekim 2010 Salı

Sahne Değişir / Başarı Duygusu


Sahne değişir...
Babası arada kaçamak bakışlarla, ışıl ışıl bakan gözlerle kızını dinlemektedir. Kız ise sağ dizini, babasının sol dizine dayamış; kalbi anlattıklarının heyecanı ile gereğinden hızlı atarak oturmaktadır. Elinde son maçında kazandığı madalyasını tutup, sıraya dizdiği diğer madalyalara bakarak:
- "Baba, bir pano yaptıralım bence. Bak bu ilk altın madalyam en tepeye bunu koyarız. Gümüş ve bronzları da birbirinin altına. xxx abi çiviletmiş buna benzer bir şekilde" der. "Hatta baba, senin görevde iken aldığın nişanları da koyarız en tepesine"
Babası ise gülümseyerek öper ellerini kızın. Heyecanına ortak olduğu bellidir gözlerinden...
Annesi ise gülerek
-"bence bacağındaki morlukların birer fotoğrafını çekelim, panoya her birini asarız. Bu gidişle ten rengi diye bir şey kalmayacak kaval kemiklerinde" diye takılmaktadır ona.

Kız o an, şans faktörü dahil bir yere gelmek istiyorsan emek, özveri ve efor sarf etmen gerektiğini, ama sonunda elinde/yüreğinde o kanıtı tuttuğun an tüm bunlara değeceğini öğrenmiştir...

Ve sahne değişir...
22. doğum günüdür kızın... Yeni bir yaş, ona yeni bir hayat da kazandırmıştır. Hayatında sürekli ertelenecekler listesinde olan bir şey için bu kadar sabredip, bekleyip, acı çekip; sonunda bu kadar mutlu olacağını söyleseler inanamayacağı bir şey gerçekleşmiştir. Bir tatlı yorgunlukla gözleri kapanır... Uyandığında annesi yanı başındadır. 10 saat önce karnında olan bebeğiyse, şu  an kucağında mışıl mışıl uyumaktadır. Kokusu bile öyle güzeldir ki. Kendi annesine bakıp gülümser, annesi de ona... Bebeğinin dudaklarında gezinirken parmaklarının kıvrımları, emmek için aranır çileği. Bezelyeden parmakları vardır sanki o çileğin...

Kız o an; hayatta hiçbir şeyin bu kadar başarı ve mucize dolu olduğu duygusunu veremez. Ne iş, ne eşi, ne kazandığı madalyalar, ne arkadaşlık... Hiçbiri bunun kadar mucizevi olamaz diye düşünür 


Sahne değişir...
Bu geçen birinci aydır... İçinde sigarayı bırakma isteği olmadan bir inat uğruna bu kadar dayanmasına annesi mucize gözü ile bakmaktadır. İlk kez 14 yaşında tattığı bu tadı (annesinin tabiri ile zıkkımı), başlarda gençlik hevesi ile içmeye başlamış, ardından iş yaşamında da devam ettirmiştir.
Şimdi ise boşanmasının üzerinden bu kadar az bir süre geçmesine rağmen 10 yıllık bu hevesi bir anda bitirmesine herkes hayret etmiştir.
Kendiside gurur duymaktadır iradesi ile. Birgün öylesine, hiç aklında yokken "yarın öğlene kadar almayayım bakalım, dayanma sınırım neymiş" diye başlattığı bu oyun, sonunda o gün akşamına dek dayanmasına, sonrasında da tün gün, tüm hafta, tüm ayına yansımıştır. Ona yenilmeyeceğim ve kendimi yenilemek istiyorsam, ilk bundan başlamak kadar güzeli yok dediği bir irade savaşına dönüşmüştür. 3. yılına birkaç ay kala kendince başarı hikayelerine bir yenisini daha eklemiştir.

Düşünür kız... Kendi ellerimle kendimi öldürmeyi göze almışken, bazen öylesine yapılan en ufacık hareket ona hayata yeniden adım atma hevesi kazandırmıştır. Bir başarı diğerini tetiklemiştir. Önce iş, sonra sigara, sonra kendini toparlama evresi baş göstermiştir. Ve istemeyerek başladığı bu olay, inadı ve kararlılığı sayesinde sağlıklı bir çevreye sahip olmasını sağlamış, kızının insanlara "annem artık sigara içmiyor biliyor musunuz" övünmelerine sahne olmuştur. 


* Bu aralar sürekli aksilikler olmasına rağmen, kendini mutlu hisseden Efsa...

* Görsel

9 Nisan 2010 Cuma

Kısa Cümleler / Seni Sevmek 2



Aşk masada...
Üstüne erişemeyeceğimi düşünürken, altına girdiğimde bulmaktı.
Seni sevmek!

Tenine parmak uçlarımla hayal meyal dokunup, o akımı yaratmayı istemekti.
Seni sevmek!

Uykuya dalmadan önce, düşündüğüm son şeyin sen olmasının güzelliği idi;
Seni sevmek!

Kokunla baştan çıkmayı istemek oldu,
Seni Sevmek!

İçime çektiğim tek şeyin, nefesin olmasını istemekti;
Seni sevmek!

Ve nefeslerimizin çarpışmasının yarattığı, senkronun eşsizliği gibiydi...
Seni sevmek!

Sandıklarda naftalinler arasında boğulamayacak kadar değerlisin.
Göz önüne konulamayacak kadar da…
Bazen, gözümden sakınmayı istemek;
Seni sevmek!

Bağlaçlardan en çok "ile" yi sevmekti;
Seninle kelimelerin her halini, ama en çok sen/de/ki hallerini sevmekti;
Seni Sevmek!


* Güzel bir hafta sonu dileyen Efsa...
* Görsel

24 Mart 2010 Çarşamba

Sahne değişir / Olaylardan Çıkarılan Dersler



Sahne değişir…

İlk kez girilen bir mekanda, bir sandalyede oturmuştur kız. Gözlerini kapatmadan önce gördüğü son şey krem rengi duvardır. Bir müddet daha gözünün önünde canlanır bu son görüntü. Oturduğu yerden başının dönüşünü durdurmak için; tutunma ihtiyacı hissettiği bellidir. Sağ eli ile sandalyenin altına doğru sıkıca tutunmuş, parmaklarının ucunda tahtayı hissetmiştir. Ama sağ tarafına düşecekmiş hissi hala geçmemiştir.

Arkasında hissettiği havada duran ellerin sahibi bir kadın vardır. Kadın verdiği enerji ile kızın başını döndürmüştür. Bu tarz şeylere inanmayıp, safsata sayılan bir ortamda büyütüldüğü için şimdi yaşadığı şaşkınlığa sürekli bir yenisi ekleniyordur. O sırada karnının guruldaması ile hafifçe utanıp, komik geldiği için kıkırdar. Ama gözleri hala kapalıdır.

Ve baş dönmesi yavaş yavaş geçtikçe yerini huzura bırakmış, uykusu gelmiştir. Oysaki daha oturalı 5 dakika bile olmamıştır. Ellerine, içine dolan sıcaklığı hisseder ve hayal eder… İnsanları elleri ile iyileştiren şifacılara hep imrenmiştir. Ve “bir süper gücün olsaydı ne olmasını isterdin” sorusuna hep aynı cevabı vermiştir. Şimdi o güç ellerindedir… Kendi elindedir. İnsanlara ve belki de en çok kendisine çok yardımı olacağını çoktan anlamıştır. Bazen bazı şeyleri araştırmanın yetmeyeceğini, bunun için de bir şeyler yapmak gerektiğini anlar kız!


Sahne değişir…

Bir hastane odasında gözlerini açar. Başucunda o zamanlar ki çıktığı çocuk vardır. Endişeli gözlerle kendisine bakmaktadır. Neden geldiğini bir an anımsamaz. Başında hatırı sayılır derecede bir sızı vardır. Kalkar tuvalete gitmek ister. Kolunda ki serum şişesi ile tuvalete gitmenin zorluğunu ilk kez o an fark eder.
Her şeyi hatırlamaya çalışır ama hala görüntüler çok siliktir… Ve seneler sonra bile o tuvalette ki anımsadığı görüntülerden başka bir şey hatırlamayacaktır. Hayatından 3 gün belirli anılar dışında silinmiştir sanki… Başucunda kalan çocuktan için "ben bu öküzle mi birlikteyim" diye arkadaşlarına soruşunu anımsayıp kendinden utanmıştır.

Doktorların koyduğu teşhis amnezi dir. Arkadaşlarından o günlere ilişkin birçok anı dinler. Onların; defalarca yaşadığı olayların ne olduğunu anlattığını, ama kendisinin 5 dakika sonra yeniden unuttuğunu, kafasına aldığı darbelerin şiddetini, maçtaki hakemi, rakibini… Herkesin anlatacak birçok şeyi vardır sanki.

Bir Türkiye turnuvasında, 49 kiloda yaptığı 3. maçtan sonra finalde kafasına yediği 4 tekme ile hafızasını ve eleme şansını kaybetmiştir. Uzun zamandır yapamadığı tek bir harekete odaklanmıştır bedeni. Sonradan azmedip başarabildiği tek hareket yüzünden; hem sağlığını, hem de maçını kaybetmiştir. Hiçbir şeye tek bir noktadan bakmamayı ve bazen eksikliklerin bile insanlara çok şey kattığını anlar kız!


4 Mart 2010 Perşembe

Kısa cümleler / Sevmek



* Sesini duyduğumda dağılmak, sonra sil baştan toparlanmaktı...
Seni sevmek!

* Ve beni, benim sevme biçimimde sevemeyeceğini kabullenip, “her şeye rağmen” demekti...
Seni sevmek!

* Kilometreler aşıp, sana gelmekti;
Seni sevmek!

* Seninle sevişmemeyi göze almaktı.
Seni sevmek!

* Boynumda sıcacık soluğunu duyumsamak, üşüdüğümde çıplak göğsüne yüzümü dayayıp, kollarına sığınmaktı;
Seni sevmek!

* Saçlarımın hınzırca burnuna, ağzına girmesi idi;
Seni sevmek!

* Bazen sesinle nefesime etki etmendi;
Seni sevmek!

* Seni tadıp, Seni kusmaktı;
Seni sevmek!

* Olduğun yerde, mutlu olmanı dilemekti...
Seni Sevmek!

* Ve uzattığın eli, bir seçim yapıp tutmamaktı;
Seni sevmek!

* Birbirimize ikişer adım geleceğimizi sanırken, bir adım geride durmak değil!
Yana çekilip yol açmaktı bazen;
Seni sevmek!

* Ve yeri geldiğinde bir Yusuf olmaktı, kuyuya atılışıma rağmen affetmekti;
Seni sevmek...!

* Bazen Ophelia, bazen Hamlet olmaktı.
Ama en çok bir Shakspeare olup seni yazmaktı;
Seni sevmek...!


3 Aralık 2009 Perşembe

Engellenmek... Abim' e ve tüm arkadaşlara...

Akşam iş çıkışı muhasebe müdürünün arabasında eve doğru yol alınır. Bir tane daha çalışan vardır aracın içinde. Az sonra abisinin arabasını görür kız. Yanyana dururlar ama abisi görmez kızın farkeden bakışlarını. Adamlar farkederler abisi yerine. "Birini mi gördün?" sorusunu "Abimi" diye cevaplar kız. Ardından abisinin aracı bizden daha ileride durur. Konuşma başlar...

Muh. Müdürü : aa özürlü (!) plakası, abiniz özürlü mü?

kız : Evet abim bedensel engelli, (ama bu engel kime göre ve neye göre bir anlasam???)

diğer çalışan : yaaa nesi var (!!!)
kız : (üzerinize afiyet azıcık sinir ve kemikleri kopmuşta) Doğum sırasında olmuş.
Muh. Müdürü : Neresi özürlü peki?
Kız: (Otomotiğe alınmış gibi cevap verilir) Doğum sırasında elleri önce çıkmış. Ebe de dikkatsizce çok çekince her iki kolunda da sinir kopması ve kemik kırılması olmuş, sol kolunu iyileştirebilmişler ama sağ kolu çok fazla zarar görmüş. Şuan sağ kolunu kullanamıyor...
Diğer çalışan : Yaaa tüh tüh... ee araba kullanıyor. (Arabaya arkadan bakmaya çalışarak abimi arama)
Kız : evet araç otomotik vites özel dizaynlı. Zaten sağ kolunu kullanamıyor sadece.
Muh. Müdürü : hııııı (üzüntülü bakışlarla) evli mi?
Kız : evet çocuğu bile var. (garip olan ne???)
Diğer çalışan : İyi bari. kaç yaşında abiniz?


Kız : ( :S ) 40
Diğer çalışan : Ebenin hatası mıymış peki?

Kız : (herkez suçlu arama psikolojisinde sanırım) Öyle görünüyor ama belki o an oda anneyi kurtarmak için tek yolun bu olacağını düşündü. Bilemiyoruz.

Muh. müdürü : hımmmm. Cık cık cık. Yazık olmuş
Diğer çalışan : ...... Bey işte olacağı varsa oluyor, Allah öyle istemiş.
Kız : ( :S )

Muh. müdürü: ne iş yapıyor abiniz?


diye diye konuşma uzuyor. 20 dakika kadar kendi kendilerine engellileri, mesleklerini, evlenmelerine dek bir çok konuya getirilerini - görütülerini konuşuyorlar.



Biz abimi fiziksel olarak kendimizden farklı görmedik. Emin olun birisi bize hatırlatmasa bizim çoğu zaman aklımıza bile gelmiyor. Bakış açılarımız başkaları gibi olamadı. Gerçekten araba sürmekten, yüzmeye dek her şeyi yapabilen bir insan o. İş ortamında 35 yaşında küpe takabilecek kadar özgür ve ailedeki herkezden daha güzel yaşayan bir insan. Sürekli gülümseyen, en iyi esprileri bulup seni de güldüren bir insan. Kızı doğduğunda çevremizdeki çoğu insan yengeme acıyan gözlerle baktılar, görüyorduk. Ama abim onda bile yanılmadı bizleri, enfes bir baba oldu. Şuan yiğenim 14 yaşında aynı bana benzeyen bir genç kız oldu babası ile gurur duyan.



Abim çoğu zaman insana acaba kim daha engelli diye düşündürtecek kadar fikirleri geniş birisi üstelik. Hukuk dalında dersler verir. Açtığı blog sayfasıyla da bu bilgilerini paylaşıyor şuanda ve oldukça geniş bir okur grubu var. Yine ücretsiz mahallelerde gezip bilgi veriyorlar 15 kişilk bir grupla. Demem o ki biz burada otururken o insanlar oturmuyorlar. Hayatı dolu dolu yaşamaya ve yaşatmaya çalışıyorlar. Değer biliyorlar...



Ayrıca kör bir aile dostumuz var. Kendisi avukat, hani dışarıdan baksanız biraz Müslüm Gürsesi andırır tipi. Ama bir karısı var, hem güzel, hem sevecen, gözü gibi bakıyor adama. Çok tatlı kızları var birde. Yiğenimin babasına bakışlarını görüyorum onda. Tabiki herkesin kusurları var dünyada ölüm değil bu, Lütfen kendi özürlerinizi, engellerinizi başkalarına mal etmeyin. O kör adam dolmuşa bile binip ineceği durağı biliyor ya hayretle bakarsınız.




Yine de insan kendisi ile ne kadar barışık olursa o kadar mutlu olur düşüncesimdeyim. Onların bakış açısından ziyade kendi bakış açılarımızı değiştirelim. Ama bizim toplumumuzda insanların yaftalayacakları bir konumda bulduğumuz için, ne yaparsak yapalım kafamızdaki engelleri kaldıramıyoruz.



Her müşterisi abime bu soruyu sorar kaza mı diye? Ama onun cevap verirken ki suratını görürseniz ne demek istediğimi anlarsınız. O kadar halinden memnun, gururlu bir havada söylüyor ki, bundan utanmıyor. Yaşamından, sağ kolunu kullanamamasından dolayı kimseyi suçlayıp, yaşamıyor. Demek istediğim biraz da biz onları dışlayarak bu hale getiriyoruz. Fenasi geçenlerde engellilerin bir çoğunun yaşayamadığı cinselliğe değindi. Rodin alper de çok güzel bir kampanya ile "engelleri kaldır" ı başlattı. İncelerseniz çok sevinirim.


Resim alıntı

* Bugün 3 Aralık Dünya Engelliler günü... Seni çok seviyorum Abicim ve seninle gurur
duyuyorum.

* Bu yazı yayımlanıp geri çekilmiş geçmiş yıla ait ve sevgili İpeğin blogunda yayımlanmış bir yazımdır...


21 Ekim 2009 Çarşamba

Bir geçmiş zaman hikayesi



Sustu adam bir daha konuşmadı,
Sesini duymaya en muhtaç olduğunda kadının...
Sustu adam
Gitti adam
Dönmedi...
Kadın bir daha duy(a)madı adamın sesini,
Söyleyemedi sevdiğini, özlediğini...
Aslında başka zamanlarda;
Başka mekanlarda konuşuyordu da,
Kadın duymuyordu.
Aradan günler geçti...
Günler kadın için resmen geçire geçire geçti.
En çok neyini özlediğini düşündü kadın,
"Sesini" dedi,
"Kelimelerini" dedi hemen ardından,
ortalığı tozu dumana katan iç sesi...
Kadının suskunluklarını tamamlayan bir döngüydü.
Bilemedi adam...!
Fazlasıyla mantıklı idi adam.
Kadın duygularıyla,
Adam mantığıyla hareket etmeyi severdi.
Buluşamadılar bir türlü,
Kavuşamadılar...
Yoruldu adam,
Kırıldı kadın...
Vazgeçti adam,
Yazdı kadın...
Sustu kadın uzun zaman
Suskunluklarına farklı tepkisizlikler ekledi.
Boş bakışlarla tamamladı hikayeyi.
Gitmişti adam ve dönmemişti üstelik.
Biliyordu kadın,
Özlüyordu kadın,
Susuyordu adam...


* Yazım tarihi 02.2009
* İzmit' e gitmek için hazırlıklarda olan Efsa...

20 Ağustos 2009 Perşembe

Doğum günü


:)

Bugün akrepkızının, blogger Efsanın doğum günü. (bloguda aslan burcuymuş. Ondan herhalde bu sevilme arzusu içine işlemiş efsanın)

Geçtiğimiz sene tesadüf eseri google de bir şey ararken, Puccanın bir yazısını görmem ile bende blogger olmaya karar vermiştim.

Bir ton kelime yazdım ama hepsini sildim an itibari ile. Sadece beni okuyan herkese teşekkür ederim. (İlk yorumcum Üfürükten Prenses ti :) İkinci Mayamdı)

Ama en büyük teşekkür; benden hiçbir zaman desteklerini çekmeyen, belki sadece 2-3 kez konuştuğumuz ama öz konuştuğumuz, bilmeden bana yön ve ders veren 6 güzel insana... Her zaman yeriniz, öneminiz, saygınız bende saklı kalacak nerede olursak olalım. Beenmaya, Arzu, La paragas, Virgilius, Evren ve Joa. (Eh küçük kardeşlerin her zaman böyle bir şımarık yanları vardır. Sırnaşırlar. :)) )

Ne diyim güzel ve kaybettiklerimden çok kazandığım, bir parça daha olgunlaştığım, farkındalaştığım bir yıl oldu. Daha nice günlere bakalım.



* İlk yazılarında Türkçe karakterle yazmadığını farkedip anılara dalan Efsa. :)



9 Haziran 2009 Salı

Uzakta da olsa yaşatılan adetler

Her yörenin kendine has adetleri ve devam ettirdikleri bazı gelenekleri vardır. Mesela düğünler 4 gün sürer falan. Tabi ben halen yaşadığım il de büyümenin ve senede bir memleketimiz olan il' e gittiğim için pek o kadar ayrıntıcı değilim. O ortamda büyümedim. Ama bazı adetlerimizi halen yaparız. Misal bayram günleri kahvaltı yerine bir sürü yemek hazırlanır. Misafirler çağırılır, kahvaltı yerine yemek yenir direk. 

Geçenlerde bir arkadaşa bu resmi gösterirken böyle bir yazı yazmak istedim. Aranızda hiç giyen varmı bilmiyorum. Bizde böyle adetleri yaşattığımız anlardan bir tanesi de kına gecelerimiz. Resimdeki gibi pullu fes, bindallı giyilir. Elbise şeklindedir. Bir çeşit kaftan gibi. Bizim ailede hemen hemen her kızın taktığı bir de altın kemer var. Kocaman bişiy. Bir de o kadar ağır ki. Hani en son götüreceklerinde bende kalsa falan diye fesatlanmadım değil içten içe. 

Ben kına gecemde iki farklı kıyafet giymiştim. Birisinde şeklim buydu. (Yanaklarım falan toıp top çıkmış. Zaten ne zaman sırıtsam hemen toplaşıyorlar...) Kına yakılırken bunu giydim. Sonra tekrar çıkardım. Zaten öyle gece elbisesi tarzında bişiy değildi kına kıyafetimde. Gittim mango ya kendime yandan derin bir yırtmacı olan siyah bir etek ve pullu bir gri bluz aldım. Neyse reklam gibi oldu buda ama en azından hem modern, hemde adetlerimizi yaşatmak adına ucundan bucağından bişiyler yapmış olduk. Ve benim içinde hoş bir anı kaldı. (resmi fazla tutmayacağım sanıırm bu akşam silerim, göremeyenler için özür dilerim şimdiden)

Varmı sizin halen başka şehirlerde yaşasanızda gerçekleştirdiğiniz adetleriniz?

1 Haziran 2009 Pazartesi

Sancılar... Anne olmak...


Her dişinin sancı eşiği farklı farklı. Kimisi sessiz sedasız sıkarken dişini, kimi çığlık çığlığa haykırıyor. Hiçbir kadın birbirini tutmuyor. Sadece iniltiler ortak. Kadınların özel ve eşsiz varlıklar olduğunu düşünüyorum yine de. Allah bir mucizenin gerçekleşmesinde önemli bir rol üstlenelim diye yaratmış bizleri diyorum. Çevremdeki arkadaşlarımın hepsi sezeryan isterken ben inatla bıçak değmesin bedenime, iz kalmasın, kesilmek istemiyorum, o bir ameliyat şekli diye çırpınıyordum. Allah beni duydu... Duydu ama bu seferde 3 hafta gecikme ile doğum yapabildim. Bekle... bekle... her gün yaşıyor mu diye düşün, tekme attığı, hareket ettiği anları say, kendi yalnızlığınla ağlaş, kimsenin sana sarılmadığına dem vur, ota boka üzül, sorgula. Henüz kendin çocukken kürtaja karşı çıkan inançlarınla ve hep doğrusunu yaptığını düşürken, eşinin yanında olmayışı koyuverir  in-sana... Fedakarlık düzeyleri ne kadar ilginçtir kadında ve erkekte.

Son 3 hafta, her 3 güne bir kalp atışı dinlemeye gidiyordum, kendi başıma. Şimdi ne cesaret diye düşünüyorum... 19 Ekimde olması gereken bebeğim, 12 kasımda doğum günümden bir gün önce doğdu. (En güzel doğum günü hediyem benim, üstelik benim gibi akrepti) Eşim de doğuma ancak yetişti zaten. Gelen doğuruyo, gidiyor, ben bütün bir -öğlen-akşamüzeri-gece-sabah-tekrar öğlen tek başımayım, sancı çekiyorum. Kendimi avutucu cümlelerim; "bak efsa birçok insan senin şuan ki imkanların bile olmadan, ne ilkel şartlarda doğum yapıyor, hem kendin istedin pişman da değilsin bu yönde, üstelik bütün bunlar geçip gitmese onca kadın ikinciyi mi doğururdu. Sonuçta seki tane doğuran var. Sık dişini kızım, senin acı eşiğin de yüksek hemn, yaparsın bıdı bıdı..."  (Biz kadınlar valla eşsiz ve mucize yaratıklarız. Değerimizi bilin :)) Neyse kendimi bir yana bırakıp, daha genelleme yapayım)

Öte yandan bu sancılarını çekerken tek düşündüğümüz bebeğimizin sağ salim doğmasıdır ilk anlarda. Sonra ki anlarda ise işin boyutu biraz değişir. Bu noktada bedeninizin sınırını görürsünüz. Ve sadece istemenin yeterli olup olmadığını... Bedeninize hükmedemenin, kontrolünüzü yavaş yavaş yitirmenin verdiği ezikliğini de yaşayabilirsiniz... Vazgeçme noktasına gelirsiniz son anlarda; kendinizden, bebeğinizden... Bitsin istersiniz, her şey bitsin, öleyim kurtulayım. (ama beni sezeryan yapmasınlar Tanrım lütfen lütfen)

Bir yaşamı dünyaya getirmek için bedeniniz ızdırapla kıvranıyordur. Bir yaşamın doğuşunun, bir başkasına acı verdiğini anlarsınız. Kendinizi telkinler de işe yaramaz çünkü bir zaman sonra. Bulduğunuz bahanelerin hiçbiri size fayda sağlayamaz o an. Kendi kanınızdan bir bebeğin az sonra kucağınızda olması bile bir şey ifade etmeyebilir belki. Siz sadece bitsin istersiniz. Biter daha sonra. Üstelik umduğunuzdan kolay olmuştur o doğum esnası. Oysaki ne çok korkutmuşlardır gözünüzü. Ödünüz sıdar, çocukluk zamanlarınızdan beri. Peki o an siz kötü bir annemisinizdir? Sadece kendi acısının sınırına dayanmış bir canlısınızdır belki sadece. Defalarca bitecek mi diye düşünüp, kendinizi avuttuğunuz saatlerde, geçmeyince ve sürekli arttıkca acınız, ölümü düşlemek çok mu bencilce geldi size? Ama nedir size hep öğretilen; Sen dayanmalısın, o acıyı çekmelisin çünkü bir canlı dünyaya getireceksin. Oooo annesin sen, anneler şöyle yapar, böyle yapar. Yakışıyormu bunları söylemek sana, ne biçim bir anne bu, xxx kişiyi gördünmü hiç ilgilenmiyor.......... 

Bitti dersiniz... Nefes almak nedir bir kez daha anlarsınız... Bebeğinize bakarsınız. (ben ilk ufak bir popo gördüm tepetaklak ayaklarından tutulmuş) Gülümsersiniz, şükredersiniz Allah' a... Sonra belki benim gibi saate bakarsınız ve o baktığınız anı hiç unutmazsınız. Hoşgeldin dünyaya bebeğim dersiniz içinizden. O an bebeğinizin ilk bakımı yapılıyordur... (bebeğim çok temiz bir bebekmiş diye düşünmüştüm ben. Diğer yeni doğan bir başka bebeğe bakarak) 

5 dakika sonra odanızdasınızdır. Bir 5 dak sonra da bebeğinizi kucağınıza verirler. (Onu kucağıma alır almaz ağlamaya başladım sebepsiz. Kıpkırmızı yanakları vardı. "Bebeğimmmm" "Çilek gibi yanakları..." demiştim ilk, sevinmiştim...)  

Her şey unutulur... Allah' ın insanlara verdiği en büyük özelliğin unutmak olduğunu düşünürsünüz.  İyi ki dersiniz doğurmuşum bu bebeği. Çekilen tüm acılara değer bişiydir o an çünkü. Ölmeyi istemek, bir yaşamdan vazgeçmek istediğinize şaşarsınız. O benmiydim dersiniz? Hemen çıkarır atarsınız o size yakıştırıl-a-mayan giysiyi üzerinizden. 

Sonra sıra emzirmeye gelir. Herşey sil baştan yaşanır... Acı tarifsizdir. Bir yaşamı dünyaya getirmek ne denli acı ise, emzirmenin verdiği sızı da öyledir. Bir an önce doysun bitsin istersiniz. Tamam birinin size ihtiyaç duyması, göğsünüze yapışması, bencilce de olsa insani bir haz verir insana. Güzel bir bağdır arada kurulan, ama acı öyle bir şeydir ki... 

Bir küçük yaşam için fedakarlık nerede başlar? Bedeninizde ki acının son bulmasını dilemek, sizi anneliğe layık mı buldurmaz? Anne olmak ne demektir peki... 


* Sevgili Joa' nın aşağıdaki yazdığı metini okurken, düşüncelere dalıp "anne olmak nedir?" sorusuna; cevaben verilmiş bir doğum anısıdır...

"Oğluna bu kadar aşık olan ben, nefret ederdim onu emzirmekten. İnsanların yere göğe sığdıramadığı, anne ile çocuk arasındaki en güçlü bağ dediği emzirme eylemi, benim için işkenceydi. Suçluluk duyar, kendimi zorlardım sevmek için bu işi. Olmadı. Elbette ki ben sevmiyorum diye oğlumu mahrum etmedim anne sütünden. Bilim vardı ortada, sağlık vardı, gerçekler vardı. Ama sanki anlamış gibi benim nefretimi, 3.5 ay sonra bıraktı anne sütünü. Uğraştım didindim, istemedi.Belki de benim kadar o da nefret ediyordu. 

Bu beni kötü anne mi yaptı? Kimilerine göre öyle. Bence değil. İçgüdülerimle savaştım, aklın yolunu seçtim. Ama soranlara da “Artık emmiyor, ben de zaten nefret ediyordum bu işten,” dedim. Gözleri kocaman olurdu insanların şaşkınlıktan. “Ama annesin sen!” Evet, anneyim. Böyle daha mı az anneyim acaba? Eksiliyor mu anneliğim? Nerede başlıyor benim sorumluluğum, nerede bitiyor? "   


1 Şubat 2009 Pazar

Geçmişten bugüne değişen ne???

çocukluğumun kokusu : annemin eteklerini kokladımı biliyorum ve rüzgarın getirdiği karın kokusu...
Bugünümün kokusu : bebeğimin ki.


çocukluğumun rengi : 5 yaşına kadar beyaz.
Bugünümün: 5 yaşından sonra mavi


Çocukluğumun sesi : annemin örgü örerken makinasından çıkardığı ses.
Bugünümün : bezelyenin ki... hiç susmuyor...


Çocukluğumun dokusu : pazen yada kadife kumaşın dokusu,
Bugünümün: okuduğum kitaplarımın ve mause


Çocukluğumun oyuncağı : o zamanlar en az benim kadar olan tavşanım.
Bugünümün: Bezelye :)



çocukluğumun tadı : Ülkerin çekmeceli çikolatası ve Diş macunu şeklinde ki tüplü çikolata
Bugünümün: et





çocukluğumun masalı : Kırmızı başlıklı kız
Bugünümün masalı : kendiminki

Çocukluğumun kahramanı : babam
Bugünümün kahramanı : cedric :P

Çocukluğumun dansı : koltuk tepelerinde uyduruk bale yapmalarım
Bugünümün dansı : Bezelye ile uyduruk hoplamalar
Related Posts with Thumbnails

..