aile etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
aile etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Aralık 2010 Salı

3, Ev Tadilatı Şenliklerimiz


Evinizde inşaat hali varsa ve artık her sene tekrarlanıyorsa, bunu bir şenlik havasında isimlendirmeniz neredeyse farz olur. Zira birbiri ardına yaşadığınız olaylar tam bir şenlik havasını andırabilir...

Aslında her şey su borularının eskimesi ve tıkanıklık yapması ile başladı. Halı kaplı merdivenlere inat 2. ve 3. kat arasında tüm su borularımız duvarlar kırılarak değiştirildi. Üzerine 16 yıldır kullandığımız buz rengi mutfak dolaplarımızın artık eskimeye yüz tutması üzerine; içinin değiştirilmesi kararı ile mutfağımızı yapacak olan marangoza haber verildi. Ama adama haber verilme ile gelmesi arasındaki zaman içerisinde nasıl oldu ise, ailecek tüm mutfağın değiştirilmesi daha uygun görüldü. Bu da yetmezmiş gibi nasılsa onu değiştireceğiz, bari yerleri de laminant kaplatalım kararı ile o geceyi tamamladık.
Ertesi gün kel alaka şekilde yeni bir duşa kabin yaptıralım mı? sorusu da tuz biber oldu...

Aslında bütün bunlar 15 gün sonra cumartesi günü yapılacak olan annemin günü içindi. Yetişir mi telaşları, ne renk olsunlar, duşa kabini cam mı yaptırmalıyız, plastik mi olsun, tek teker mi, çift mi derken hepimizde ufak ufak gerginlikler baş göstermeye başladı. Hele ki bizim gibi anneniz bir ikizler kadını ise karardan sonraki süreç bizim için ne kadar zor oldu tahmin edin.

İşleri yetiştirme telaşı içerisinde marangozcu, mermerci, duşa kabini aldığımız yer, laminantcı, su tesisatçısı, boyacısı hepsi annemin gününü öğrendi! :) Ve her birinin ağzından "merak etme teyzecim yetiştiririz biz" demeye başladı. Ama işler hiç de umulan gibi olmadı.

Pazartesi gelecek olan mutfakçı çarşamba gelince, eski dolaplar sökülmediği için laminantçı gelemedi. Her şey son 3 gün içerisinde yetiştirilmeye çalışıldı. Mermerci işini bitirip gitmişti ama tüp için bir yer kesmeyi unutmuştu. Mutfak dolaplarını yapan adam kendi kafasına göre çekmeceleri büyütmüş sayısını küçültmüştü. Fiş yerini kesmeyi unutup, dolabı direkt oturtmuş, 3 lü kablo çözümlerine gidilmişti. Üstelik yeni alınan musluk lavabo gibi şeyler yeni mutfakla uyum sağlamayınca hepsi sil baştan yeniden satın alındı ama eksik şeyler biter mi? Nipel denilen ufacık bir şey yüzünden lavabo kullanılamıyordu! Apar topar en yakın hırdavatçı bulundu ve ablam gecenin 12 sinde nipel denilen zımbırtıyı aramaya gitti.

Bu arada ablamın hırdavatçının şaşkın bakışları arasında gecenin o saatinde nipeli buldum diye sevinerek eve dönüşü sonrasında gördüğü manzara aynen şu şekildeydi:
"Annem ve tesisatçı önlerine kocaman bir kabağı almışlar, soymak için uğraşıyorlar."
Tabi ki ablam ilk şokun etkisiyle düşüncesini dile getirdi. "Evden giderken musluğu takan adam, dönüşümde kabak soyuyor. Evimizdeki bu keramet nasıl bir şeyse..."

En son hatırladığım Cuma gecesi 2 de elimde bezle mutfak dolaplarının içini siliyordum ve annem yetişmeyecek diye krizler geçirmek üzereydi. Neyse ki işler yetişti, kıymalı börek, kabak tatlısı ve birkaç yöresel yiyecek eşliğinde sağ salim gün atlatıldı.

Ha bir önceki ev şenliklerimizde ise sırası ile;
  • 1. de tüm banyo, teras kalebodurları değiştirildi. Alt kata banyo eklendi. Evin dış duvarları boyandı. Camlara pimapen takıldı..
  • 2. de Alt katta mutfak eklendi, Bazı odalara laminant döşendi. Evin içi boyandı. 

* Yani uzun lafın kısası, bu eve harcanan parayı kendime harcasa idim, bize yeni bir ev alacak adam bulabilirdim, hatta yeni bir ev bile alabilirdik diye düşünmeden edemeyen Efsa...


20 Ekim 2010 Çarşamba

Her Şey Hayal Etmekle Başlarmış :)


Bugün canım gibi, kardeşim gibi sevdiğim bir kadının doğum günü...

Şu an kendisi ile iki farklı şehirde,
Benzer havaları soluyoruz.
Benzer duyguları ardışık zamanlarda yaşıyoruz.
Hisler, yaşanılanlar hep aynı..
Bizim birbirimize "yine mi" demekten yorulduğumuz anlar, öylesine fazla ki...

2 yıl önce onu ilk tanıdığımda;
İkimizde yaralarımızı sarmak için bolca dua eden, 
Yeni yeni kelimelerin gücünü keşfeden,
Ve bu esnada giderek samimileşen iki insandık.
Ve sonradan anladık ki biz aslında geçmişte de karşılaştırmıştık...

Kader bizi birbirimizden habersiz;
Aynı şehirde,
Aynı binada 3 seneye yakın çalışmamızı sağlamış,
Ve tesadüfen blog ortamında yeniden bir araya getirmişti...
Bu bizim tatlı bir anımız olarak yerleşti tarih sayfalarımızda..

Bir insan, başka bir insanı nasıl kardeşi gibi severse, öyle bir bağdı aramızdaki..
Çok şey yazılası, söylenesi..

Evettt,
Sana kutlama mesajımda yazdığım gibi güzel kadın.
(Şimdi kendisi olsa yok çirkinim ben falan filan bıdı bıdı konuşur. Ama o öyle güzel ki benim gözümde her şeyi ile) 
"Dilerim Allah' tan, hergün birbirimizi gördüğümüz halde tanımadığımız o 3 yılın acısını,
bir ömür bizi bir arada tutarak çıkartsın"
Seni seviyorum ve hep hayatımda ol istiyorum...
Moralinin bozuk olduğu bir günde da yazdığım ufacık tefecik bir yazıyla bitirelim bu doğum günü yazısını. :)

Ben seni hep kardeşim gibi sevdim.
O şen şakrak gülüşünü,
Keçi gibi apollon tapınağında benim cesaret edemediğim yerlere tırmanışını,
Kafalarımız bir milyon halaylar çekişimizi, göbek atışlarımızı.
Yanında çekinmeden serdiğim sofra bezini,
Sabah kalkınca gördüğüm yüzünü sevdim.

İçtenliğini,
Pırıl pırıl bakışını,
Bana fal bakışındaki harfleri bile sevdim.
Senden sonra kimse falıma bakmadı benim bilesin.

Ateş böceğim, sen benim sadece dünüme, bugüne sığdıramayacağım kadar özel,
İlk kez evime çekinmeden kabul ettiğim birisin.
Senin için elimden gelenin en iyisini yapacağımı bilirsin.
Lütfen inan, her şey güzel olacak.
(yanıma geldiğinde-geldiğimde) o iç seslerinin üzerinde tepineceğim

Geleceğimde bile var ol olur mu?


* Herşey hayal etmekle başlarmış değil mi can' ım.. "Hayallerimize" o zaman deyip, yüzündeki gülümsemeyi saklayamayan Efsa..

* Görsel biziz işte... :)



5 Ekim 2010 Salı

Sahne Değişir / Başarı Duygusu


Sahne değişir...
Babası arada kaçamak bakışlarla, ışıl ışıl bakan gözlerle kızını dinlemektedir. Kız ise sağ dizini, babasının sol dizine dayamış; kalbi anlattıklarının heyecanı ile gereğinden hızlı atarak oturmaktadır. Elinde son maçında kazandığı madalyasını tutup, sıraya dizdiği diğer madalyalara bakarak:
- "Baba, bir pano yaptıralım bence. Bak bu ilk altın madalyam en tepeye bunu koyarız. Gümüş ve bronzları da birbirinin altına. xxx abi çiviletmiş buna benzer bir şekilde" der. "Hatta baba, senin görevde iken aldığın nişanları da koyarız en tepesine"
Babası ise gülümseyerek öper ellerini kızın. Heyecanına ortak olduğu bellidir gözlerinden...
Annesi ise gülerek
-"bence bacağındaki morlukların birer fotoğrafını çekelim, panoya her birini asarız. Bu gidişle ten rengi diye bir şey kalmayacak kaval kemiklerinde" diye takılmaktadır ona.

Kız o an, şans faktörü dahil bir yere gelmek istiyorsan emek, özveri ve efor sarf etmen gerektiğini, ama sonunda elinde/yüreğinde o kanıtı tuttuğun an tüm bunlara değeceğini öğrenmiştir...

Ve sahne değişir...
22. doğum günüdür kızın... Yeni bir yaş, ona yeni bir hayat da kazandırmıştır. Hayatında sürekli ertelenecekler listesinde olan bir şey için bu kadar sabredip, bekleyip, acı çekip; sonunda bu kadar mutlu olacağını söyleseler inanamayacağı bir şey gerçekleşmiştir. Bir tatlı yorgunlukla gözleri kapanır... Uyandığında annesi yanı başındadır. 10 saat önce karnında olan bebeğiyse, şu  an kucağında mışıl mışıl uyumaktadır. Kokusu bile öyle güzeldir ki. Kendi annesine bakıp gülümser, annesi de ona... Bebeğinin dudaklarında gezinirken parmaklarının kıvrımları, emmek için aranır çileği. Bezelyeden parmakları vardır sanki o çileğin...

Kız o an; hayatta hiçbir şeyin bu kadar başarı ve mucize dolu olduğu duygusunu veremez. Ne iş, ne eşi, ne kazandığı madalyalar, ne arkadaşlık... Hiçbiri bunun kadar mucizevi olamaz diye düşünür 


Sahne değişir...
Bu geçen birinci aydır... İçinde sigarayı bırakma isteği olmadan bir inat uğruna bu kadar dayanmasına annesi mucize gözü ile bakmaktadır. İlk kez 14 yaşında tattığı bu tadı (annesinin tabiri ile zıkkımı), başlarda gençlik hevesi ile içmeye başlamış, ardından iş yaşamında da devam ettirmiştir.
Şimdi ise boşanmasının üzerinden bu kadar az bir süre geçmesine rağmen 10 yıllık bu hevesi bir anda bitirmesine herkes hayret etmiştir.
Kendiside gurur duymaktadır iradesi ile. Birgün öylesine, hiç aklında yokken "yarın öğlene kadar almayayım bakalım, dayanma sınırım neymiş" diye başlattığı bu oyun, sonunda o gün akşamına dek dayanmasına, sonrasında da tün gün, tüm hafta, tüm ayına yansımıştır. Ona yenilmeyeceğim ve kendimi yenilemek istiyorsam, ilk bundan başlamak kadar güzeli yok dediği bir irade savaşına dönüşmüştür. 3. yılına birkaç ay kala kendince başarı hikayelerine bir yenisini daha eklemiştir.

Düşünür kız... Kendi ellerimle kendimi öldürmeyi göze almışken, bazen öylesine yapılan en ufacık hareket ona hayata yeniden adım atma hevesi kazandırmıştır. Bir başarı diğerini tetiklemiştir. Önce iş, sonra sigara, sonra kendini toparlama evresi baş göstermiştir. Ve istemeyerek başladığı bu olay, inadı ve kararlılığı sayesinde sağlıklı bir çevreye sahip olmasını sağlamış, kızının insanlara "annem artık sigara içmiyor biliyor musunuz" övünmelerine sahne olmuştur. 


* Bu aralar sürekli aksilikler olmasına rağmen, kendini mutlu hisseden Efsa...

* Görsel

17 Eylül 2010 Cuma

Bir Çınarın Ardından...



İnsan ne kadar hazırlıklı olsa da, ilk duyulan şokun ardından her saniye daha da fazlalaşıyor o ölüm acısı.
Bugün anneannemi kaybettik.

Hani bazılarımızın hayatlarında güçlü kadın imajı olur ya; gerek anneannemin annesi, gerekse anneannem şu dik duruşlu ve kendi parasını kendi kazanan kadınlardı. Ufak bir ilin ufak bir ilçesinde doğmuştu. Annesinin savaştan sonra evlendiği kocasına ve onun okula gitmesini engellemek için söylediği "okula gönderip orospu mu yapacaksın kızını" tarzı sözlerine karşı durarak, köy enstitüsüne gitmiş, burada dedemle tanışmış ve ikisi de nişanlı olmalarına rağmen onlardan ayrılıp kavuşmuşlardı.

Şöyle bir düşündüğümde onunla ilgili ilk aklıma gelenler:
* Doğduğum ilin ilk öğretmenlerinden biri olduğunu..
* Hatta öyle nam salmıştı ki, aile adı yada lakabımızla anılmayıp, ben .... öğretmenin torunuyum dememin yeterliliğini..
* Yatağa düşmesine 1 ay kala bulmaca çözmesini..
* Hacı hoca takımına inanmayıp, hacca gittikten sonra 65 yaşında Kuran-ı Kerim ve sureleri öğrenmesini..
* Her zaman dik, inat ve sağlam duruşlu bir kadın olduğunu..
* Torununun torunlarını gördüğünü..
* ve 1926 doğumlu olup, Atatürkü gördüğünü..
* Geceleri rüyalarını unutmamak için başucunda kağıt, kalem bulundurduğunu..
* Her gün temizlik yaptığını..
* Babamla birbirlerine sürekli çattıklarını..
* Çok küfürlü ve edepsiz şakalar, el kol hareketleri yaptığını.. ve bizim kıkırdayıp, yüzümüz kızararak yanından kaçıştığımızı..
* Her ziyaretimizde "fiil nedir, sıfat nedir, çarpım tablosunu" 8 yaşımızdan beri bunları ezbere bildiğimiz fakat her halükarda sorular soran olduğunu.. 
* Hamileliğimde ya bende ikiz doğurursam diye korktuğumu..
* Dedem öldüğünde tüm çocuklarına burma bilezikler dağıttığını..
* Dedemle severek evlenmelerine rağmen sonraki süreçte hep lanet herif diye anımsadığını..
* Balayı zamanında yaptığı yemeği sokağa döken dedeme bir tane yapıştırdığını..
* Disiplin ve görev bilincini anneme nasıl aşıladığını, bana gösteren bir insandı..

Dün üst üste birkaç kötü haber aldım. Hem sağlık , hemde işimle ilgili sorunların üzerine bugün bunu duymak şok yaşattı diyebilirim. Şu an gözümde ne iş, ne de kızımın ve benim sağlık sorunlarımız var.

Kendisi 1 yıldır rahatsızdı, tuvaletini tutmakta zorlanıyor, aklı gidip geliyordu. 5 aydır ise sürekli yatıyordu. 1 aydır konuşamıyordu. 5 gündür gözlerini açamıyordu. Beklemediğimiz bir ölüm değildi. ama yine de şoka girebiliyor insan. Her an, her saniye acısı katlanıyormuş gibi. Hiçbir şey düşünmeden durup, anlamsızca ekrana bakıyorum sabahtan beri. Bu kadar yakın olmamıza rağmen, hazırlıklı bir ölüm olmasına rağmen yine de bu derece etkileneceğimi düşünmemiştim.

Üzgünüm.
Tek söylenebilecek şey Allah' ın rahmetinin üzerinde olması ve nur içinde yatması temennisi...

* Biraz durgun, biraz yorgun, telefonda babasının ağlayan sesine üzülen Efsa...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Mektuplar / Meleğime



Ben; bir gün, bir meleğin annesi oldum…
Sonra yavrum melek oldu…

Bir gün benden gitti.
Ummadığımız bir anda yaşamayı seçen bebeğim, o an ölmeyi seçti.

Daha erken, benim başıma gelmez dediğimiz şeyler vardır ya hayatta. Hayat günlük meşgalesiyle oyalarken, “ce eee” kıvamında bir süprizle bambaşka bir boyuta geçirir bizleri. Aklınıza gelmeyen başınıza gelir! Bebeğiniz sizden, yaşamdan erken ayrılmıştır.
İçiniz yanar…

Çünkü artık siz onun büyüdüğünü, okula gittiğini, karne alışını göremeyecek; bisiklet sıyrıklarını temizleyemeyeceksinizdir. “O kirli ayakkabılarla basma yere, yeni temizledim” şeklinde yüksek bir ses çıkmayacaktır artık boğazınızdan. Kokusunu duyamayacak, en sevdiği yemekleri bilemeyeceksinizdir. İlk sevgilisi, ilk işi olmayacaktır hiç.

Tarihler hep o günü gösterecektir sizin için. Her rengin hüzün barındıran bir tonu olur ya, bu tarih de öyledir takvimler arasında. Bütün günler beyaza, maviye boyansa da; bir tanesi siyah kalır.

Bir gün canınızı feda edebileceğiniz bir insan çıkmıştır karşınıza. Ama o, bir gün ölür. Etrafınızdaki herkes sabır ve dayanma gücü diler size. Herkes bilip bilmeden, bir şeyler söyler. Kendilerince teselli ederler, sanki bunlar yetecekmiş gibi. Suratlarına baktığınızda ise acılı bakışlarla dolu bir sürü gözle karşılaşırsınız. Bazen bu “geçer” diye ahkam kesenlere “hıh” dercesine gülersiniz içinizden… “acımı nereden bileceksin ki” diye düşünürken, gözlerinizin her daim yanmasına engel olmaya çalışırsınız. Yolunuzun üzerindeki parklardan köşe bucak kaçtığınız anları hatırlarsınız. Bu acı zamanla hafifler mi bilemezsiniz. “Allah insanlara kaldıramayacağından fazla dert vermez” derler. Ama bunca anne olmayı hak etmeyen kadının arasında “neden ben?” diye de düşünmeden edemezsiniz. İsyan etmek değil de; bir sürü keşkeniz olur, yaşamadığınız anlarınıza.

Benim bir gün bebeğim öldü…
Ben ise nasıl geçtiğini yaşayana soralım tadında günler geçirdim. Hani şu “geçire geçire geçirilen zamanlar” dediklerimden…

Şimdi bebeğimin ölümünün üzerinden 3 koskoca yıl, 6 bayram geçti…
Bayramlık alamadan ve her fırsatta yokluğunun sancıları ile geçirdiğim doğum günleri…

Evet, başardık! Hayata yeniden uyum sağladık babanla. Ama geceleri terden sırılsıklam, göğsümün sızladığı anlarda sanki acıkmışsın da emzirmem gerekiyormuş gibi bir hisle uyandığım oluyor. Arada karnımda tekme atışlarını duyuyor gibiyim… Bir bebek kokusu duysam sanki varmışsın, “bak ölmedi işte” ler gibi…

Günlerin çabukluğu kadar kolay geçmiyor acılar, ama sabrediyorum. Belki diyorum belki bir gün senin gibi güzel ve evimizin içini mucizelerle donatan bir bebeğimiz daha olur.

Benim bir gün bebeğim öldü…
Ve ben onun ardından üzüldüğümü, ağladığımı, acı çektiğimi hisseder diye güçlü durmaya ve hayatımı devam ettirmeye karar verdim…

Ben; bir gün, bir meleğin annesi oldum…
Sonra yavrum melek oldu…

 
* Hayırlı Ramazanlar ve herkes için güzel günler dileyen Efsa...
 
* Görsel

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Harflerin Oyunu




Eski bir şubat akşamına istinaden...

Bezelye geliyor ve sarılışma öpüşme faslından sonra yine her akşam yaptığımız tiyatrosal kitap okuma seansına geçiyoruz. En sevdiği kitaplar sırası ile

• Vak vak ördek,
• Arkadaşını çok seven havhav köpek,
• Arı maya,
• Trafik kurallarını öğreniyorum,
• Rapunzel

(Ek olarak bir de ufak oyuncak bir laptopu var bezelyenin. Bazen de onu alıp dinlemeye başlıyor, kelime olarak veya kelimeyi heceliyor, harfleri tane tane söylüyor, rakamları sayıyor falan. Artı şarkılarda söylüyor bize)

Biz her akşam bunlardan kendi seçtiği bir tanesini alıyoruz ve başlıyoruz gösteriye. (Artık ezberimizde çünkü bütün kitaplar ikimizin de.) Yatağın içinde oturuyoruz sırtımızı yastıklarımıza dayayıp… Eğer vak vak ördeği okumamı istedi ise; sol elimin dört parmağını üstte tutup başparmağımla açıp kapayarak "vak vak" yapıyorum. Küçük ördekçikleri de bezelye söylüyor ya da hareketlerini yapıyor (onlarda vik vik sesi çıkarıyorlar). Böylece hem aynı kitabı okumaktan bıkmıyoruz, hem de taklit yeteneğimiz gelişiyor.

Dün gece bilgisayarını aldık, onunla oynamaya başladık. Eğer sesi bizi çok rahatsız ederse harfleri biz bedenen yapıyoruz. Bir o harf söylüyor ben yapıyorum, bir ben söylüyorum o yapıyor.

• O başlıyor ve "Ç" diyor. Yatakta yan yatıp kollarımı ve bacaklarımı uzatıyorum. Bir bacağımı kıvırıp Ç oluyorum.
• Sıra bende "S" diyorum. O da yan yatıyor. Kollarını uzatıyor, bedenini hafifçe büküp, ayaklarını geriye büküyor. S oluyor. "Aferin" diyorum, pratikliğine gülümseyerek.
"P" diyor. Oturur pozisyona geçip bedenimi öne büküyorum, ellerimi bacaklarıma koyuyorum. P olmuş oluyorum.
"İ" diyorum. Bu ı dan sonra, en kolay harf ve bezelye bunu yaparken çok sevimli oluyor. Bedenini düm düz tutuyor ve ellerini tepesinde yumruk yapıp duruyor.
"E" diyor. Sıkışıyorum... Yine oturur haldeyim. Kollarımı bacaklarımı uzatıyorum. En son kafamı öne eğiyorum. Küçük harf kullanmamız yasak oyunumuza göre. Olabildiğimce E oluyorum... Halime gülüyor bezelye.
"K" diyorum. Bedeni yan ve dik duruyor. Kollarını çapraz bir yukarı bir aşağı eğiyor. K oluyor hemencecik.
"J" diyor. Diz çöküyorum, kollarımı kaldırıp ellerimle tepede yumruk yapıyorum.

Bu harf oyunu tamamen bitiyor. En çok G lerde gülüyoruz. B leri yapamıyoruz. :))) ama çok çok gülüyoruz eğleniyoruz. O anlar paha biçilemez. Hem anne, hem arkadaş olduğumuz ender anlardan biri. Kızımı seviyorum tabii ki ama en çok hayranım ona.

 
* Bu yazı eski bir yazı ama nedense içimden geldi koymak istedim. :)) Çocuklarınızla güzel bir akşam yada hafta sonu geçirmek isterseniz idael bir oyun bence. Bu oyunu kendimiz bulduk, ama dilerseniz siz kendinizce geliştirip oynayabilirsiniz.



Sevgiler.
 
* Görsel

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Ben küçükken 2


Ben küçüktüm

Abisinin masalları tersinden anlattığı bir çocuktum.
Kendimin bir masal kitabı olana dek;
Kırmızı başlıklı kızı kötü, kurdu iyi bildim.
Cadıyı iyi, prensesi kötü mesela.

Ev sahibimiz vardı Mehmet amca.
İnşaatlardan çimento kağıtları toplar bakkala satardı.
Bir ayrıydı kesekağıdından taşımak, elindekileri.
Şimdi ise poşetler her bir yerimizden fışkırmakta!

Hıdırellez apayrı kutlanırdı.
Tüm ilçe bir olup, güllerle çevrelenmiş parkımızda piknik yapardık.
Bir sürü yakılmış mangalın ve etin arasında dolanır, hepsinden birer parça tadardık.
ateşler yakardı büyüklerimiz,
Üzerinden atlar, salıncaklarda sallanırdık.

Denize gitmek, pikniğe gitmek demekti birazda.
Piknik demek aile demekti.
Aile demek, toprak demekti.
Terliklerimizi ayağımıza geçirip,
asansör yerine sokağa fırlayıvermek güzeldi.

Sobanın üstü kestanelerle, mandalina kabukları ve patateslerle dolardı.
Oda mis gibi kokardı.
Ben annemin maksisini koklardım.
Dünyada daha güzel bir koku olamazdı.
Sopalı gırgırlar, merdaneli çamaşır makineleri;
Süpürgelerin bile örtüsü vardı.

Kendime bir oyun yaratır, portakal kabuklarını bıçakla keserdim...
Özledim.


* Tedirdağ' dan bloguma gelen arkadaşa selamlar diliyorum :). Tüm arşivimi üşenmeyip okuyorsun ya helal olsun.  

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Mektuplar / Kızıma



Kendi doğum gününe 1 gün kala anne olan bir kadın olarak yazıyorum sana bu satırları... Seni kucağıma verdiklerinde ağlamaya başladım biliyor musun? Yanımdaki hemşire bana sorular sorarken, bir yandan da "neden ağlıyorsun" demişti. "Bilmiyorum, ama baksanıza çok güzel, çilek gibi" demiştim. Sanırım artık biliyorum.

Her şey için teşekkür ederim tatlım.
Benim kızım olduğun için.
Öğretirken, öğrettiğin için.
Bazen beni bile aşan bir mantığın olduğun için.
Yemek yemek harici beni hadi-lettirmediğin için.
Annen ve deden gibi akrep burcu olduğun için.
Aynı anda ayak atışlarımız ve aynı anda hapşırmalarımız için...

Dilerim bir gün sende bu duyguyu tanır ve duyumsarsın. Pazar günü sembolikte olsa bir mucizeye tanıklık etmenin haklı gururunu taşıyacağım bir kez daha üzerimde, her günkü gibi.

Her pazar birbirimize bir şeyler yazıp hediye ediyoruz ya. Onların hepsini sakladığımı biliyorsun. Tıpkı ilk tırnaklarını, ilk saçını, ilk resmini, ilk yazdığın hikayeni, ilk eldivenini, ilk kitabını... Bir sürü ilkini saklıyorum. Sana 18 yaşın için aldığım şarabı da saklıyorum.

(Ben tam şu satırları yazarken Kıraç' ın söylediği bir parça eşlik etti kelimelerime...
"Endamın yeter, gözlerin yeter. Uğramasın sana ne hüzün, ne keder...
Kalbim senden senden vazgeçmeyecek. Korkma içimde aşkın hiç bitmeyecek...")

Sevgiyle yavrum.
En güzel iyikim sensin
En güzel ilkim sensin...
Senin o "hediye alamam şu an, ama yapabilirim" diyen dilini yerim.
Hergüne has olan anneler günüm ve tüm annelerin bu sembolik günü özel olsun. Her annenin, kendisini kutlayacak çocukları yanında olsun...
:)

22 Nisan 2010 Perşembe

:)



Yine de bütün bayramlar çocuklar için...
:)









* Kapadokya gezisindeki Efsa... :)

29 Mart 2010 Pazartesi

Ben küçükken...


Benim çocukluğumda
Akşam ezanı okununca,
Apar topar tozlarla bütünleşen küçük bedenlerimizle, evlerimize dönerdik.
Ezan vakti geldi mi akşam olmuş sayılırdı.
Sabah olunca sil baştan…

Gözümüzde büyüttüğümüz, aslında ufacık bir arığın üzerindeki köprüden geçerdik
Suyun üzerinden hoplardık O taraftan, bu tarafa.
Evden kullanılmayan kumaş, örtü parçaları ile terk edilmiş minibüsü süslerdik.
Erkek çocuklar bozardı, biz yeniden yapardık.
Ne onlar bıkardı, ne de biz.

Kızılderili olurduk.
“Kantaki”, “çantaki” diye lakaplar takardık.
Annem kovboy filmlerini severdi.
Oysa ben küçük evi bile hatırlamazdım.
Aklımda Köle Isauradan birkaç sahne vardı.

Büyük küçük kavramını çözemezdim.
Ve sürekli sorardım anneme
“Neden bulaşık yıkamak için küçüğümde, aranızda yatmak için büyüğüm”
Diye…
Gülerdi annem.

Abim sakat olmayan diğer eli ile beni battaniyeye sarar.
Sonra tutup çekerdi.
Kahkahalarla gülerdim.
Kendimi halının içinden çıkan Alaaddinin prensesi zannederdim.

Mahalle kavgaları yapmazdık.
Gerçi mahallemizede başka çocuklar girmezdi pek.
Girdiklerinde umursamazdık, herkes yerini, yurdunu, gideceği yeri bilirdi.
Onlar bir hevesle gelirlerdi.
Bizde bir hevesle geldikleri gibi gideceklerini bilirdik.

Evden gizlice yürüttüğümüz meyve bıçaklarını
Dizlerimize kadar gelen otları kah yuvarlanıp, kah yolarak yemek yapardık.
Arada babamın jiletlerini bile çalmışlığım vardı.
Allah tan kesmezdik elimizi.
Tek kullanımlıktı sanki her şey.
Jiletleri çöpe, bıçakları annelerimize çaktırmadan eve götürürdük.

Ben büyürken
Okula kendim giderdim.
3 büyük caddeden geçerdim.
Babam "seni sadece 2 gün okula götürdüm, gerisini kendin gittin" diye anardı ara sıra.

Ben ilkokula başladığım yıl, mavi önlükler çıktı.
Ama bizim gri pileli formalarımız vardı.
Çok hava atardık.
75 kuruş harçlık alırdım.
Param cinoya ve simite yeterdi...

Bağcıklı çizmelerin moda olduğu zamanlarda,
Ailemin durumu çok iyi gitmezken, alamayacaklarını bilip üzülmüştüm.
Ama bir gün babam beni sevindirmek için alıp gelmişti.
Ben mutluluktan ağlamak nedir anlamıştım.
Bir çizmenin bağcıklarındaydı mutluluk,
Ve beni sevindirmek için ucuz bir yerden bulup almıştı
“AİLEM”

Hepimizin oruç tuttuğu zamanlarda,
Enfes sahur sohbetleri yapılırdı.
Soframızdan kahkaha eksik olmazdı.
Ramazan demek, birazda aile demekti.
Birlik demekti.
Ve biz güzel bir aileydik.

O zamanlar telefon hatları yeni çekiliyordu.
O zaman telefonlar santralden bağlanıp, jetonla aranıyordu.
Rakamlar 6 haneliydi.
Annem anlatırdı evlerine ilk telefon gelişini…
"Bizim telefon numaramız 7 idi. Şehirdeki telefonu olan 7. Evdik"
derdi.

Ben küçükken
Memlekete her gidişimizde, dedem çizimlerini gösterirdi.
Şehirlerimizin havadan çekilmiş resimlerini gösterirdi.
3 tane ciltlenmiş karikatür kitapları vardı, ansiklopediden büyük.
Her yaz bıkmadan onları okurdum, çoğunu bilsemde.
Teyzem hepimize küserdi.
Ailede ki sırları ben bilmezdim.
Annem hiç dedikoducu bir kadın değildi.
Memlekete gitmek; dedikoduları istemesende dinlemek demekti.


Devam edecek…

19 Mart 2010 Cuma

Özledim...


Oyunlarımın arasında; eve bir koşu gidip su içmeyi.
Annemin tembihlerini.
Saflığımı,
Küsmeyi,
Barışmayı,
Dizimin kanamasını,
Kabuklarımı yolmayı.
Birbirimizi korkuttuğumuz hikayeleri.

İçini perdeler ile süslediğimiz o eski, terkedilmiş minübüsü.
Seksek oynamayı,
Saklanmayı,
Sobelemeyi,
Ebelemeyi...
Babamın eve elinde ekmek ve çekmeceli çikolata ile gelişlerini.
Festival çarşısından alınmış 1 metrelik kurşun kalemimi.

Çocukça sırlarımı.
İlk kazığımı.
Oyuncak tavşanımı özledim.
Haşhaş tarlasındaki resmimi.
Babamın tahtadan yaptırdığı oyuncak koltuk takımını.
Abimin beni battaniye ile sarıp, sonra salıvermesi,
Yuvarlanmamı.
Annemin babama lakap takıp, öyle seslenmesini.
Babamın sakinliğini...

Yakılan sobayı,
O sıcacık anları...
Patatesi,
Kestaneyi,
Mandalina kabuklarını.
Denize gidelim hadi diyerek yalvarmalarımı.
Salçalı tostu.
Peçete koleksiyonumu.
Karda yuvarlatılmayı.
Saçlarımın okşanmasını.
İlk öpücüğümü.
Salıncakta yükseklere uçmayı.
Duvarlara oturup ayak sallamayı özledim...

16 Mart 2010 Salı

Bezelye Diyalogları


- Anne, bak uçak ne güzel görünüyor değil mi? Yıldız gibi.
- Evet haklısın ve renkgarenk.
- Anne pilot muydu neydi? Hani bir şey ölmüştü ya.
- Ne pilotu?
- Hani vardı ya yıldız gibiydi, anlatmıştın ya.
- Plüton mu?
- Hah evet o işte.
- :) Tatlım o ölmedi. Hem o yıldız değil bir gezegen. Sadece bize o kadar uzak kalmış ki gezegenlikten çıkartılmış.
- Gezegen ne?
- Üzerinde bulunduğumuz Dünya da bir gezegen. Bak şimdi uzay diye bir kavram var. (karanlık gökyüzü gösterilir) Uzayın içinde bir çok gezegen, yıldız, güneş, meteor diye parçalar var.
- Yaaaa (Gözler büyür merakla) Okulda neden öğretmiyorlar?
- Birkaç sene içinde öğretirler tatlım, aa dolmuş geldi atla bakalım.


- Annee
- Efendim.
- Bizim sınıfta bir oğlan var, sürekli kızların eteklerini açıp mındığına bakıyor
- :))) kimmiş o bakıyım.
- Adı xxxx.
- ee öğretmeninize söylesenize.
- Söyliycem, benimkini hiç açmadı zaten de, bir daha yaparsa bende ona yapıcam aynısını
- Yok artık daha neler. Sen bir söyle bakalım öğretmeninize, eminim o çözüm üretecektir. Ama onun yaptığını yaparsan senin de ondan bir farkın kalmaz. Bir düşün istersen.
- Tamam.
 
 
- Anne
- Efendim Bezelye
- R. Efe o kadar uslu ki, inşallah onun yanına yine oturtur öğretmen beni. Zaten herkes benimle oturmak istiyor. Ama ben R. Efe ile.
 

16 Aralık 2009 Çarşamba

Asker çocuğu olmak

 Geçen gün H.türk gazetesinde Kamil Güler' in bir röportajını okudum.  Ben pek yaşamadım ama abilerim ve ablam benzer durumu yaşayan insanlardan... Bakın kendisine sorulan soruyu nasıl açıklamış:

- "Hiç susmuyorsunuz..."-
- "Babam askerdi ve uzun yıllar Doğu’da yaşadık. O nedenle dışarı çıktığımızda hep birilerinin haberi olurdu. Lise ikinci sınıfa kadar birisi bana bir şey sorduğunda ağlıyordum, çünkü çok fazla okul değiştirdim. “Arkadaşlar aramıza yeni birisi katıldı. Kendini bize biraz tanıtır mısın?” hayatımda en nefret ettiğim cümledir. Bir gün artık bu soruyu duyunca ağlamaya başladım."


Ve bende uzun yıllardır duran bir mail...

- Hala kapı kitlemeden evinde yaşamaktır.


- Sen önce gelsen bile orduevlerinin kuaför sırasını yüksek rütbeli birine verme mecburiyetindir.

- Sanılanın aksine aile içinde disiplini görmeden uygulamaktır.

- Memleketinin olmaması demektir. (nüfus cüzdanında yazar, kütük orda demekle yetinirsiniz) - doğum yerinizin sizin için hiçbir şey ifade etmemesidir. (tesadüfen o şehirden geçersiniz anneniz size "bak oğlum sen şu hastanede doğdun" der)


- Ailenizdeki tüm bireylerin doğum yerinin farklı olması demektir.

- Ailedeki herkesin asker gibi yaşaması demektir. (zira sizin yapacağınız bir hata “x şunu yapmış” şeklinde değil “y albayın oğlu şunu yapmış” şeklinde konuşulacaktır)

- Her gittiğiniz şehirde bir önceki şehirle anılmanızdır. (istanbul'dayken marmarisli'li çocuk, marmaris'deyken ankara'li çocuk v.b.)


- Okul değiştirme rekorları kırmak demektir. (üniversiteye giden 12 yıllık eğitim sürecinde 8 ayrı okulda okumak gibi)


- Tayin olunan şehirde yeni dostluklar,aşklar kazanıp sonra onları kayıtsız şartsız terk etmek ve gittiğiniz yerde bunları sıfırdan yapabilmek için yırtınmak demektir. (ki muhtemelen bunu başarıp “oh ne güzel ortamımı kurdum” dediğinizde, yeni bir tayin emri babanızın eline ulaşmıştır)


- Okulun ilk günlerinden nefret etmek demektir. (herkes birbirini tanımaktadır sizse benim gibi yeni bir var mı diye bakınıp ilk irtibatı onla kurmaya çabalarsınız. muhtemelen isminiz sınıf listesine yazılmamıştır. en alta kalemle eklersiniz. numaranızı da bilmiyorsunuzdur. ilk bir hafta böyle misafir sanatçı gibi okula gidip gelirsiniz…)

- Babanız emekli olana kadar evinizin size ait olmaması, oturacağınız evi seçememeniz, poster yapıştırırken bile “demirbaşa zarar vermeyelim” kaygısı taşımak demektir.


- Vatan sevgisini kitaplardan okuyarak değil, bizzat yaşayarak öğrenmektir.

Tüm bunlara rağmen dışarıdan bakan gözler


- Sizin kamplarda nasıl eğlendiğinizi


- Ordu evlerinde nasıl ucuza kola içtiğinizi

- Lojmanların devlete yük olduğunu

- Askeri araçlardan bedava istifade ettiğinizi

- Babanız maaşının ne kadar yüksek olduğunu (!)


- Askerlik zamanımız geldiğinde babamızın bize torpil yapacağını konuşurlar…

Binlerce kez açıklamış olmanıza rağmen… her şeye rağmen bizim tek yaşadığımız babamızın mesleğiyle gurur duymak ve mesai aracı lojmana girdiğinde, tek tip elbiseli insanlar arasından babamızı bulmakti bu duyguları anlayan ve paylaşan tüm asker çocuklarına sevgiler, saygılar…

* Bu yazı alıntı... Ama çok hoşuma gitti... Zamanında Pilli Cadının da yazdığı böyle hoş bir yazı vardı... Okumak isterseniz buyrun :)

* Birde birilerini direk Allah' a havale ediyorum artık. O kullandıkları kelimelerini alıp boğazlarından aşağıya sokup, başka yerlerinden çıkartıcam zamanımı bekliyorum. Kimse ile bir derdim, tasam, çekememezliğim yok. Milletin ne yaptığını zerre umursamıyorum ben , merak da etmiyorum. Ama onlar ile aramızda kapanmamış hesap kalmayacak buda böyle bilinsin. Yutturucam o kelimeleri teker teker.

3 Aralık 2009 Perşembe

Engellenmek... Abim' e ve tüm arkadaşlara...

Akşam iş çıkışı muhasebe müdürünün arabasında eve doğru yol alınır. Bir tane daha çalışan vardır aracın içinde. Az sonra abisinin arabasını görür kız. Yanyana dururlar ama abisi görmez kızın farkeden bakışlarını. Adamlar farkederler abisi yerine. "Birini mi gördün?" sorusunu "Abimi" diye cevaplar kız. Ardından abisinin aracı bizden daha ileride durur. Konuşma başlar...

Muh. Müdürü : aa özürlü (!) plakası, abiniz özürlü mü?

kız : Evet abim bedensel engelli, (ama bu engel kime göre ve neye göre bir anlasam???)

diğer çalışan : yaaa nesi var (!!!)
kız : (üzerinize afiyet azıcık sinir ve kemikleri kopmuşta) Doğum sırasında olmuş.
Muh. Müdürü : Neresi özürlü peki?
Kız: (Otomotiğe alınmış gibi cevap verilir) Doğum sırasında elleri önce çıkmış. Ebe de dikkatsizce çok çekince her iki kolunda da sinir kopması ve kemik kırılması olmuş, sol kolunu iyileştirebilmişler ama sağ kolu çok fazla zarar görmüş. Şuan sağ kolunu kullanamıyor...
Diğer çalışan : Yaaa tüh tüh... ee araba kullanıyor. (Arabaya arkadan bakmaya çalışarak abimi arama)
Kız : evet araç otomotik vites özel dizaynlı. Zaten sağ kolunu kullanamıyor sadece.
Muh. Müdürü : hııııı (üzüntülü bakışlarla) evli mi?
Kız : evet çocuğu bile var. (garip olan ne???)
Diğer çalışan : İyi bari. kaç yaşında abiniz?


Kız : ( :S ) 40
Diğer çalışan : Ebenin hatası mıymış peki?

Kız : (herkez suçlu arama psikolojisinde sanırım) Öyle görünüyor ama belki o an oda anneyi kurtarmak için tek yolun bu olacağını düşündü. Bilemiyoruz.

Muh. müdürü : hımmmm. Cık cık cık. Yazık olmuş
Diğer çalışan : ...... Bey işte olacağı varsa oluyor, Allah öyle istemiş.
Kız : ( :S )

Muh. müdürü: ne iş yapıyor abiniz?


diye diye konuşma uzuyor. 20 dakika kadar kendi kendilerine engellileri, mesleklerini, evlenmelerine dek bir çok konuya getirilerini - görütülerini konuşuyorlar.



Biz abimi fiziksel olarak kendimizden farklı görmedik. Emin olun birisi bize hatırlatmasa bizim çoğu zaman aklımıza bile gelmiyor. Bakış açılarımız başkaları gibi olamadı. Gerçekten araba sürmekten, yüzmeye dek her şeyi yapabilen bir insan o. İş ortamında 35 yaşında küpe takabilecek kadar özgür ve ailedeki herkezden daha güzel yaşayan bir insan. Sürekli gülümseyen, en iyi esprileri bulup seni de güldüren bir insan. Kızı doğduğunda çevremizdeki çoğu insan yengeme acıyan gözlerle baktılar, görüyorduk. Ama abim onda bile yanılmadı bizleri, enfes bir baba oldu. Şuan yiğenim 14 yaşında aynı bana benzeyen bir genç kız oldu babası ile gurur duyan.



Abim çoğu zaman insana acaba kim daha engelli diye düşündürtecek kadar fikirleri geniş birisi üstelik. Hukuk dalında dersler verir. Açtığı blog sayfasıyla da bu bilgilerini paylaşıyor şuanda ve oldukça geniş bir okur grubu var. Yine ücretsiz mahallelerde gezip bilgi veriyorlar 15 kişilk bir grupla. Demem o ki biz burada otururken o insanlar oturmuyorlar. Hayatı dolu dolu yaşamaya ve yaşatmaya çalışıyorlar. Değer biliyorlar...



Ayrıca kör bir aile dostumuz var. Kendisi avukat, hani dışarıdan baksanız biraz Müslüm Gürsesi andırır tipi. Ama bir karısı var, hem güzel, hem sevecen, gözü gibi bakıyor adama. Çok tatlı kızları var birde. Yiğenimin babasına bakışlarını görüyorum onda. Tabiki herkesin kusurları var dünyada ölüm değil bu, Lütfen kendi özürlerinizi, engellerinizi başkalarına mal etmeyin. O kör adam dolmuşa bile binip ineceği durağı biliyor ya hayretle bakarsınız.




Yine de insan kendisi ile ne kadar barışık olursa o kadar mutlu olur düşüncesimdeyim. Onların bakış açısından ziyade kendi bakış açılarımızı değiştirelim. Ama bizim toplumumuzda insanların yaftalayacakları bir konumda bulduğumuz için, ne yaparsak yapalım kafamızdaki engelleri kaldıramıyoruz.



Her müşterisi abime bu soruyu sorar kaza mı diye? Ama onun cevap verirken ki suratını görürseniz ne demek istediğimi anlarsınız. O kadar halinden memnun, gururlu bir havada söylüyor ki, bundan utanmıyor. Yaşamından, sağ kolunu kullanamamasından dolayı kimseyi suçlayıp, yaşamıyor. Demek istediğim biraz da biz onları dışlayarak bu hale getiriyoruz. Fenasi geçenlerde engellilerin bir çoğunun yaşayamadığı cinselliğe değindi. Rodin alper de çok güzel bir kampanya ile "engelleri kaldır" ı başlattı. İncelerseniz çok sevinirim.


Resim alıntı

* Bugün 3 Aralık Dünya Engelliler günü... Seni çok seviyorum Abicim ve seninle gurur
duyuyorum.

* Bu yazı yayımlanıp geri çekilmiş geçmiş yıla ait ve sevgili İpeğin blogunda yayımlanmış bir yazımdır...


24 Kasım 2009 Salı

İniş ve Çıkışlar

Bu aralar can sıkkınlığım borsaya döndü. Bir inip bir çıkıyor. Hayır öyle mala bağlamış bir şekilde umutsuz, depresyonda da değilim. Çok eğlendiğim hayatın keyfini çıkarttığım anlarım da oluyor. Ama sene sonu geldiğinden midir nedir? Böyle bir sorgulama, bir beklenti halleri üzerime yapışmış gibi.

Yeni işim uzun zamandır bünyesinde olmak istediğim bir oluşum. Olmak istediğim konumda olmasam da, başlangıç için çok güzel. Ki konum itibari ile fazla geldiğimi bile söylediler bugün. İçim ısındı, sevindim. Ama insan bazen mutlu olmak için beklentilerini düşürmek zorunda kalır ya. Benim ki de o hesap oldu. Yine de çok şükür tabi ki... Cumarteslerimin tatil olması süper bir şey... Çığlıklar atasım geliyor sevinçten cumartesi sabahları, yatakta biraz daha mayışınca... 

Kendime Sıkıntı 1: Uzun zamandır ailelerimizin evlenelim diye ısrar ettiği, sadece benim istemediğim birisi Amerikadan geliyor. Mantıksal olarak bakıldığında olmaması için hiçbir neden yok. İyi bir aile, iş, ev, para pul, düzen, fiziksel özellikler, yabancı bir ülke deneyimi herşey hoş görünüyor. Ama bunun için 1 yıl bezelyesiz bir yaşamı tercih etmem gerekiyor. Aileme göre kaçırılmayacak bir fırsat... Bana göre eziyet. Üstelik şimdiden afakanlar basıyor üzerime. Olmayacağını hem karşı tarafa, hem ailelere belirtmiş bulunuyorum. Yalnız hala herkesler ısrarcı. Fikirler değişebilir gözü ile bakılıyor...

Kendime Sıkıntı 2: Ailem bezelyeyi istemiyor... İstemiyor derken sevmiyorlar veya red ediyorlar anlamında değil. Aksine çok bağlıyız biz birbirimize... Sadece yaşlandılar ve küçük bir çocuğun sorumluluğunu almak istemiyorlar. O yemek yemediğinde üzülüyorlar. Her hafta sonu aldın, verdin, bıraktın, iş yerine bırakmadılar davasından kurtulmak istiyorlar. Her gidiş zamanlarında sorun yaşanır oldu. 15 de bir gelsin evimize demeye başladılar. (Mecburen okul için onlarda kalması hepten uzaklaştırdı sanki.) Bezelyenin sürekli kardeş istemesi ve bunu sürekli dillendirmesi bile üzüyor artık onları. Biz onların hayatına, evlerine, kurallarına katıldığımız için bunlar harfiyen olsun istiyorlar. Gibi gibi ufak ama can sıkan şeyler var. Ve ben arada kalmaktan yoruldum. Kızımla ailem arasında sıkışmış gibi hissediyorum kendimi bazı bazı. Onlar "benim hayatımın bezelye olmadan daha güzel olacaktı" yı kafalarından atamıyorlar sanırım. Engel gibi görünmüyor elbette ama bunu yadsıyamıyorlar. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi. 

Sıkıştım açıkcası, eski iş yerimi özlüyorum. İnsan lastik kokusunu özler mi? Özlüyor işte... Ailemin sağlıklı olduğu zamanları da özlüyorum. Tüm evin sorumluluğunu ablamla omuzlamak da istemiyorum. Hayatımı kolaylaştıran şeyler bulmaya çalışmadığım zamanlarımı da özlüyorum. Ayrı eve çıkmayı bile düşünür oldum bezelye gitti gideli. Bu sefer nasıl yaparımlar beynimde dönmeye başladı. Yalnız yaşamak düşüncesi bana cazip gelmiyorç Ben kalabalıkla mutlu olan bir insanken tek başıma yemek yeme düşüncesi beni kasıyor ve çok üzüyor. Ama bir yönden mecburum. Kızım okuluna, öğretmenine bu kadar bağlıyken haydi sil baştan onunla oyun oynar gibi olsun istemiyorum.

Şu bloga bile uzun uzun yazmak gelmiyor içimden. Kısa cümleler eşliğinde başka bir blog açtım. Yoruluyorum. Ve herşey sade, yalın, gerçek, takdiksiz, sorunsuz olsun istiyorum. Yazıp geçeyim istiyorum...
Neden bu kadar sık İstanbul' a gittiğimi merak edenler bile var. Kaçış değil benimkisi... Düşüncelerimi dağıtmaya ihtiyacım var sadece. Ama görüyorum ki onda bile batıyorum. Birine yetişirken öteki telefonum kapanıyor hissi...

* Resim   
* Uykusuz Efsa...

17 Kasım 2009 Salı

An' lar


Uçak...
Yanımda yüzü maskeli kokoş bir kadın. Siyahlar içinde. Suratının görülebilen kısmından burada olmaktan nefret ettiği çok belli. Lütfedip kalkıyor, kalkarken kemerini çözüyor, çantasını benim oturacağım orta koltuğa bırakıyor. Hiç istifimi bozmadan ona kendi bakışları ile karşılık veriyorum ve çantasını almadan koltuğa yanaşmıyorum bile. Aramızdaki soğuk savaşı cam kenarında ki çocuk bitiriyor. ve kızın çantasını alıp koltuğuna attırıyor resmen. :) Yerime oturuyorum. Vaktim uyuklamakla geçiyor...

Bir ara kolumu dayıyorum, yanımdaki adamla ortak kullandığımız koltuk kenarına. Elimi yanağıma koyup uyumaya başlıyorum. Aradan kaç dakika geçiyor bilmiyorum ama uyandığımda dizlerimiz, omuzlarımız ve başlarımız değmiş buluyorum kendimi adamla. Benim irkilişime o da irkiliyor. Gülümsüyoruz birbirimize. 

Biraz sonra pencereden ışıklara baktığımı görünce "İzmit" diyor. Biraz daha konuşuyoruz. Kendinden bahsediyor. Gün batımını kaçırdığımıza dem vuruyor. Konuşmuyorum. Konuşmayınca "korkuyormusunuz" diyor. "hayır" diyorum. Susuyorum... iyi akşamlar deyip ayrılıyorum.


İstanbul... 
Orada insanı esir alan bir hava var. Adımını attığın an hissediyorsun. İnsanların bu suratsızlığının sebebi belki de bu. Üstelik esiri olmam desende seni de kapsıyor anında çaktırmadan yapıyor ama bunu. Mesela kapalı bir mekandan sokağa çıktığın an, havayı içine çekip ne güzel diyebiliyorsun. Ama 5 dakika geçmeden o hava, o kalabalık seni boğuyor. Daha sakin bir yeri özlüyorsun. Hani kat kat giyinip de güzelliğin kapanması gibi. Maskeli İstanbul... Kalabalıkla çirkinleşiyor...


Araba...
Havalimanından beni alan ablam "nasıl geçti" diye soruyor... "Daha da gitmem Davosa" diyorum. "Hımm" diyor. Moralimin bozuk olduğunu anlıyor. Sorgulamıyor.


Dün akşam...
Moralim bozuk. Ailem surat ifademden anlıyor. Yukarıya odama çıkıyorum hemencecik. Onlar dizi izliyor. Elim telefonda... Tuvalete gidiyorum. Tık tık ses geliyor. Ablam "aç bir kapıyı" diyor. "Ne oldu" falan derken elindeki tencere kapağını muzipçe bana uzatıyor. :) "napcam ben bunu kıçıma mı kapatıcam" diyorum gülerek. "buda sana kapak olsun" diye getirdim diyor. Kahkahalarla gülüyoruz. Biz güzel bir aileyiz diyorum içimden...



* Resim
* Durgun Efsa...

19 Eylül 2009 Cumartesi

Kış Yaklaşıyor


Kış yaklaşıyor...

Çok boş boğaz olunca insan; aklı direk soğuğa değil, yemeğe gidiyor. Kış benim için ıspanak ve pırasayı ifade ediyor. Bayıldığım tek sebze olan ıspanak mevsimi geldi derken, hain pırasa oradan sinsi sinsi gülümsüyor. Aslında onu da seviyorum, ama limon sevmeyen bünyem! Annemin tencereye bolca sıktığı limon suları yüzünden ekşiyor... Kış geliyor ve kuru fasulye ve nohutta her hafta pişirilenler listesinde ilk 10 a giriyor. En son kendinden bıktırıyor. Barbunyaya tapılıyor, özleniyor...

Kış yaklaşıyor...

Kış benim içim birazda çanta, çizme ve şapka üçlemesi oluyor. En sevdiğiniz giyim tarzı sorusuna kesinlikle binici kıyafeti diyebilen ben, iş yerinde öyle dar paça bir pantolonun üzerine çizmeyi çeksem işin sonunu tahmin ettiğimden pazarı ve akşamları iple çekiyorum. Belki 20 çeşit şapkam var evde. Ve yine hatırı sayılır bir çizme stoğu. Modacılara bunun için dua ediyorum ve Allah' a şükrediyorum suratım hemen hemen her çeşit şapkaya uyun sağladığı için... Kış yaklaşıyor ara ara üşüyen içimiz sıcak bir şapka da ısınıyor...

Kış yaklaşıyor...

Antalya da kar yağmıyor... En son 18 Şubat 2008 de ve ondan 15 yıl önce yağan kar unutulmuyor. Kış bize umut da getiriyor. Kar yapmıyor evet ama onun yerine "yaz sıcağının intikamını almak istercesine" 10 dakika içinde sokakları sel götüren bir yağmur yağıyor. Kırmızı topraklarla çevrilen iş yerimde çamurlara denk gelmemek mevsimi başlıyor. Kış geliyor ve bu mevsim herkesin ayakkabısından içeriye su giriyor.

Kış yaklaşıyor...

Sobalar kuruluyor... Evleri bir telaştır alıp götürüyor. Kestaneler, patatesler, sucuklar pişiriliyor. Ekmek arası sözcüğü kullanılıyor. Çorbalar önem kazanıyor. "Ah bir eve gitsemde annemin çorbasından içsem, içim ısınsa" düşünceleri yerleşiyor. Bazen çorbaya ekmek doğranıyor.

Kış yaklaşıyor...

Yemekten önce çay suyu konuluyor. Arada aaa kaynadı demlesene deniliyor. Yemekten sonra hazır oluyor. Çekirdekler de ayrı bir değerleniyor ve güzel sohbete, dizilere eşlik ediyor...

Kış yaklaşıyor...

Biraz daha yavaş parçalar seviliyor. Radyolar daha sık çalınıyor. Sohbetler yazlık mekanlardan evlere taşınıyor. Bir koltuk kapan seviniyor. Yayılınıyor...

Kış yaklaşıyor...

Trafik daha sıkışıyor. İnsanlara kış kasveti çöküyor. Gülümseyen suratlar azalabiliyor.

Kış yaklaşıyor...

Bir yaz rüyası kapanıp, bir kış masalı daha başlıyor

Ve Efsa ne hikmetse, hep kışın aşık oluyor... :)

@ Ailesini bugün kavuşacak Efsa... :)

resim alıntı

7 Eylül 2009 Pazartesi

Çok iyi olma çelişkisi


Benim çoğunlukla battığım anlar, işte şunlar:

Çok iyi olmaya odaklanıyorum...

Çok güzel bir kadın,

Çok iyi bir eş/sevgili,

Çok iyi bir anne,

Çok iyi bir insan,

Çok iyi bir evlat,

Çok iyi bir kardeş,

Çok iyi bir arkadaş,

Çok iyi yemek yapan,

Çok iyi bir meslektaş,

Çok iyi sevişen bir kadın,

Çok düzenli bir insan;

Olursam;

Daha çok sevileceğim sanıyorum...!

Ha oluyor muyum?

Olduğum anlar elbette oluyor.

Ama sonra karşımdakinden de aynı özeni ve özverileri bekliyorum.

İşte bu noktada çamura batıyorum.

Kızımı, sevgilimi, babamı, annemi, her zaman birinci plana atıyorum ve bunu o istediği için değil. Benim onu orada görmek istediğim için yapıyorum. Ben zaten mutluyum biliyorum. Ama oda mutlu hissederse kendini, benimde mutlu olmam için ekstra kapılar açılacakmış gibi geliyor. Çünkü karşımdakini asık suratla görünce, ister istemez onun mutluluğuna, bir gülümsemesine çabalar halde buluyorum kendimi.

Bayrama ailem gelecek, yaz başında ablam ile kurduğumuz düzenden, anne ve babamın düzenine geçeceğiz. İyi bir kardeş olmayı ikinci plana atıp, iyi bir evlat olmaya daha özen göstereceğim. Bir yerde ne kadar istesem de kendi hayatımı değil, birilerinin yaşamındaki hayatımı yaşıyor gibiyim. Kimin kime dahil olduğu çok açık. Ama en azından kendi kararlarımı verebilecek, bunlarında sorumluluğunu üstlenebilecek kadar başarılıyım son yıllarda. Bazı arkadaşlarım diyor. İşte çık, gez, dolaş, eğlen. Ama benim mutluluk anlayışımda ya da huzurumda bunlar yok ki. Boş muhabbete gelip, birilerini çekiştirerek veya kakara kikiri kalabalık arkadaş toplantıları aramıyorum. Bunlarla neşe bulacağımı değil, boşa zaman geçireceğimi düşünüyorum ki.

Üstelik bunları en mükemmel şekilde yerine getirmek isterken, olmuyor. Birine yetişirken, öteki telefonum kapanıyor. Ben bunun orta yolunu bulma özürlüsüyüm sanırım. :)

Herşeyi geçerimde kızım... Ona iyi bir anne olamamaktan zaman zaman korkmuyor değilim... Bazen insanlara duyulan kırgınlıklar, başka insanlar ile de iletişimi kesebiliyor. Ve ben öyle bir inadım ki; kızımın sesini duyma pahasına, özlesem de onlarda kaldığı müddet boyunca aramıyorum. Bizim evimizi de arasınlar istemiyorum. Sırf bu yüzden içimde azda olsa bir pişmanlık gölgesi gelip geçiyor. Geçiyor, çünkü benim sınır noktalarıma geldiğinde insanları nasıl görmezden geldiğimi biliyorum. 2,5 yıldır tek bir kez bile aramadım. Ama şimdi okula başlayacak ve acaba okulda anneden bahsedildiğinde neler düşünecek. Ben onu nasıl, nerede göreceğim diye içim içimi yiyor. Beğenmeye beğenmeye arayacağım yani. Hafta içi görmek içinde Çarşamba günlerini zapt etmeyi düşünüyorum. Bakalım hayırlısı artık.


Sadece kafama takılan;

İnsan iyi bir evlat, anne, ev hanımı olmalı diyen bir annem var.

İnsan bir şeyde çok iyi olmalı diyen bir ablam var.

İnsan her şeyde iyi olmalı diyen bir beynim ve babam var.

İnsan çok çalışıp yavrusuna bakabilmeli, ona her defasında toleranslı davranabilmeli, yoksa neden bu dünyaya getirdi diyen bir yiğenim var.

Biz kocaman evde babamla konuşmadan anlaşırken, diğerleri ile çatışıyoruz.

İnsan sizce nasıl olmalı, kendi gibi olmanın dışında yani, karşıdakilerin beklentilerini, çevresel faktörleri veya maddiyatı da hesaba katarsak?


* Dün babasına işkembe çorbası yapıyorum, siz gelince yine yaparım derken; cevap olarak, “sizi çok özledim” diyen babasının sesinin tonunun titrediğini fark eden ve dünyada ikinci en büyük acının bir babanın ağlaması olduğunu düşünen Efsa…

* Annesi gelip, “dans kursu yetmedi de, bir de spor salonuna mı para vereceksin” demesine fırsat bırakmadan spor salonuna yazılan Efsa…


Resim

Related Posts with Thumbnails

..